Uçsuz bucaksız bir zaman tünelinin girişini kapatan siyah taşı yerinden oynatıyor kelimeler. Artık var olmayan bir iklimin taşıdığı kokular, sesler, gülümsemeler, fısıldamalar kitap sayfalarında donup kalmış. Birileri o sayfaları açıp gözleriyle kelimeleri okşamaya başladığında, bu donup kalmışlık durumu ortadan kalkacak ve yeniden canlanacak yazarın sayfalar dolusu anlattığı o iklim ve onu oluşturan her şey. Kelimelerin refakatinde girdiği zaman tünelinde yolunu rahatlıkla bulan okuyucu kısa bir yürüyüşün ardından hedefe varacak ve 1940’lı ya da 1950’li yılların Diyarbakır’ında bulacak kendini.
Tarihin en erken devirlerine tanıklık etmiş ve o devirlerin izlerini taşıyan Diyarbakır’ın toprağında, Ana Tanrıça’nın şişman bedeniyle uyumlu memeleri gibi yükselen höyükler gizler tarihin resmini. Yakın tarihe kadar Diyarbakır’ın resminde çok kültürlülük ve farklı dillerin yankısı vardı. Artık 50–60 yıl öncesine nazaran çok daha renksiz bir Diyarbakır uzanıyor Mezopotamya’nın kavurucu güneşi altında. İnsanların Diyarbakır’ın geçmişteki yüzüyle tanışmasını sağlamanın neredeyse tek yolu ise onları Diyarbakırlı yazar Mıgırdiç Margosyan’ın kalemiyle tanıştırmak.
1938 yılında Diyarbakır’da doğan Mıgırdiç Margosyan, çocukluğunun Diyarbakır’ını anlatıyor kitaplarında. Onun kitaplarındaki karakterlerin hepsi de gerçekten yaşamış, nefesleriyle Diyarbakır’ın havasını ısıtmış insanlar ve tam da bu yüzden bu kadar etkileyiciler. Öyle ki Diyarbakır’a yolu düşse Margosyan’ın kitaplarını okuyan bir insanın, elinde olmadan düşünür “Acaba neredeydi Mıgırdiç Margosyan’ın doğup büyüdüğü, kitaplarında sayfalarca anlattığı Hançepek yani Gâvur Mahallesi?” diye. Eğer vakti varsa Suriçi’ndeki Diyarbakır’ı keşfe çıkar ve adımlarken dar küçeleri, Margosyan’ın yazdıkları uçuşur zihninde bal arıları gibi.
Eskiden Diyarbakır’ın en görkemli yapısı olan Surp Giragos Ermeni Kilisesi şimdi bir harabe. Ortadoğu’daki en büyük Ermeni kilisesi olan ve tüm hırpalanmışlığına rağmen hala gören herkesi taş işçiliğiyle büyüleyen kiliseye düşerse yolunuz, Margosyan’ın çocukluğunda bu kilisede papazlık yapan Der Arsen geçer aklınızdan. Ermeni taş ustaları tarafından büyük emeklerle yapılan 29 metrelik çan kulesi, sadece çevredeki camilerin minarelerinden daha uzun diye havaya uçurulan bir kilisenin papazıdır Der Arsen ve Mıgırdiç Margosyan, ilk Ermenice derslerini ondan almıştır. Sadece Der Arsen’i değil, Margosyan’ın babası Dişçi Ali’yi gerçek ismiyle Dişçi Sarkis’i, Diyarbakır’daki tüm Ermeni çocuklarını annelerinin rahminden çekip çıkaran Kure Mama’yı, Erezkin Baco’yu ve daha nicelerini de düşünürsünüz Diyarbakır’ın dar küçelerini adımlarken.
Ermenicede kavaragan kraganutyun denen Ermeni taşra/köy edebiyatının yaşayan tek temsilcisi olan, kitaplarında, yerel dil ve ağızları ustalıkla kullanan Mıgırdiç Margosyan, Diyarbakır’daki Hançepek yani Gâvur
Mahallesi’nde, 1938 yılında doğdu. Süleyman Nazif İlkokulu ile Ziya Gökalp Ortaokulu’nu bitirdi ve ardından babası tarafından anadilini öğrenmesi için İstanbul’a gönderildi. İstanbul’a ilk vardığında Şişli’deki Karagözyan Yetimhanesi’nde kalan yazar bu günlere ilişkin anılarını Tespih Taneleri romanında ve Biletimiz İstanbul’a Kesildi adlı hikâye kitabında anlattı. Bezciyan Okulu ile Getronagan Lisesi’ni bitiren, daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünden mezun olan Margosyan, 1966–72 yıllarında Üsküdar Selamsız’daki Surp Haç Tıbrevank Lisesi’nde müdürlüğün yanı sıra felsefe, psikoloji ve Ermeni dili ve edebiyatı öğretmenliği yaptı. Daha sonra öğretmenliği bırakarak ticarete yönelse de edebi çalışmalarını aralıksız sürdürdü.
Margosyan’ın, doğup büyüdüğü Diyarbakır’ı ve o yörenin insanlarını samimi bir dille anlatan ilk Ermenice öyküleri Marmara gazetesinde yayımlandı. Margosyan’ın, İstanbul’da günlük olarak basılan Ermenice bir gazete olan Marmara’da neşredilen öykülerinin bir bölümü, 1984 yılında Mer Ayt Goğmerı (Bizim Oralar) adıyla kitaplaştırıldı. Margosyan, bu kitabıyla 1988’de, Paris’te, Ermenice yazan yazarlara verilen Eliz Kavukçuyan ödülünü aldı.
Bir dönem Agos ve Yeni Yüzyıl gazetelerinde köşe yazıları kaleme alan Margosyan daha sonra Evrensel gazetesinde yazmaya başladı. Halen söz konusu gazetede, “Kirveme Mektuplar” başlığı altında yazmayı sürdüren yazarın Evrensel’de yayımlanan yazılarının bir bölümü, 1999 yılında Belge Yayınları tarafından Çengelliiğne adıyla yayımlandı.
1999 yılında, yazarın MerAyt Goğmerı’dan sonraki ikinci Ermenice kitabı Dikrisi Aperen (Dicle Kıyılarından) okuyucuyla buluştu. Yine aynı yıl içinde Gâvur Mahallesi, Li ba me, Li wan deran adıyla Kürtçe olarak yayımlandı.
Gâvur Mahallesi’nde hem Hançepek yani Gâvur Mahallesi, hem de Diyarbakır’ın diğer renkleri tüm canlılığıyla izlenebilir satır aralarından. Söyle Margos Nerelisen? isimli kitabında yazar, babasının kendisine sorduğu bu soruyu okuyucuya yöneltir. Geçmişte Diyarbakır’da yaşayan Ermeni, Süryani, Pırot, Türk, Ezidi gibi farklı toplulukların günlük yaşamlarından kesitler sunan Söyle Margos Nerelisen?, okuyucuların damaklarında buruk bir Anadolu tadı bırakır. Biletimiz İstanbul’a Kesildi adlı kitap ise Margosyan’ın Ermeni taşra edebiyatının 20. yüzyıldaki en büyük temsilcisi Hagop Mıntzuri’ye yazdığı “Anadili Serüvenim” isimli mektupla başlar. Aslında Anadili Serüvenim, Hagop Mıntzuri’nin Mıgırdiç Margosyan’a hitaben yazdığı, 18 Mart 1976 tarihinde günlük Marmara gazetesinde yayımlanan mektuba verilmiş bir cevap niteliğindedir. Margosyan’ın Halil İbrahim isimli ilk öykülerinden birini okuyan Mıntzuri, Margosyan’a açık bir mektup yazar ve ona övgülerde bulunur. “Karakteristik bir gülüşün var, bizim köylerdeki gelinlerinki gibi. Dudaklar kısılıdır, birden parlayıp sönüverir hani, koyverilmez o gülüş (…) Edebiyatı unutma, sabahından çal, gündüzünden çal, gecenden çal, eser ver bize.”
Margosyan, Mıntzuri’ye cevap olarak yazdığı Anadili Serüvenim isimli mektubunda ise, Ermeniceyle tanışma öyküsünü anlatır. Anadolu’da doğan tüm Ermeni çocukları gibi anadiliyle geç tanışmıştı Mıgırdiç Margosyan. Çünkü 1915’ten sonra ne Ermeni Okulu kalmıştı Anadolu’da ne de bu dili konuşabilen doğru dürüst insan. Yazarın babası, 1915’te yaşanan Büyük Felaket’ten sağ olarak kurtulabilen az sayıdaki Ermeni’den biriydi. İsmi çalınan, Sarkis’ken Ali olan Margosyan’ın babası, oğlu ne pahasına olursa olsun anadilini öğrensin istiyordu. Bunun ancak İstanbul’da mümkün olabileceğini bildiği için oğlunu evinden kilometrelerce uzağa gönderdi. İyi ki de göndermiş. Dişçi Sarkis, oğlunun anadili Ermeniceyi öğrenmesi konusunda bu kadar ısrarcı olmasaydı 1940’lı, 50’li yıllarının Diyarbakır’ını, Gâvur Mahallesi’ni ve bu kadim kenti kuşatan renkleri hiç bir zaman canlandıramayacaktık zihnimizde.
Margosyan’ın otobiyografik romanı Tespih Taneleri’nde ise Diyarbakır ve oradaki Ermeniler, Kürtler, Süryaniler, Keldaniler, Yahudiler ve Türkler’e ilişkin anlatılar yer alıyor. Okumaya geldiği İstanbul’la Diyarbakır arasında hayali bir köprü kuran yazar, bu göç nedeniyle hatırladığı geçmişini, bir türlü kavuşamadığı ilk aşkını, dönemin siyasal ve toplumsal olaylarıyla birlikte anlatır. Margosyan kitapta, anadilini öğrenmek üzere İstanbul’da, Şişli Karagözyan Ermeni Yetimhanesi’nde gönülsüzce kalan Diyarbakırlı Ermeni çocuğudur.
Diyarbakır denince Ermenilerin kavaragan kraganutyun dedikleri ve Türkçeye köy ya da taşra edebiyatı olarak çevrilebilecek bir ekolün son temsilcisi olan Mıgırdiç Margosyan geliyor akla. Mıgırdiç Margosyan denince de Diyarbakır. Artık onun hikâye ve romanlarındaki Diyarbakır yok. Tarihin tüm kavşaklarından izler taşıyan bu kadim kentin çok renkli dokusu, kentteki Ermeni mezarlığında, büyük taşların altında, parçalar halinde yatıyor. Her gidişimde Gâvur Mahallesi belki burasıdır diye dar küçelerinde yürüdüğüm, yürürken dalıp dalıp gittiğim bu kentte sadece iki Ermeni yaşıyor artık: Kök saldıkları kentlerinden ayrılmamak için direnen yaşlı bir karı-koca. Ama Gâvur Mahallesi hala yaşıyor. Çünkü Margosyan’ın kalemi yeniden yarattı onu. Bir tek Ermeni kalmasa da Diyarbakır’da, Gâvur Mahallesi insanlarıyla birlikte yaşamaya devam edecek beyaz sayfaların yazıyla buluştuğu büyülü diyarda.