Aras Yayıncılık tarafından Şubat 2016’da ‘Kitlesel Şiddet Halklara Ne Yapar’ alt başlığı ile yayımlanan ‘İnsan Deposu’ adlı kitapla tanıdık, şair ve yazar Ana Arzoumanian’ı. Buenos Aires’e kadar gitmişken kendisine bir selam vermeden İstanbul’a dönmek yanlış olurdu. Otelimize yakın, eski bir tiyatro binasından kitabevine dönüştürülmüş El Ateneo’da yaptığımız sohbette kitaplarını ve kimliğine dair sorunları konuştuk.
Yazdığın romanlar, kitaplar, senin anlattığın kadarıyla, Türkiye’de geçiyor; konuları öyle veya böyle Türkiye ile ilgili. Arjantin’de yaşayıp bu kadar uzak bir coğrafya hakkında bir şeyler yazıyor olmak, senin için ne ifade ediyor? Niçin o ülke hakkında yazıyorsun?
Çünkü kafamda bir soru var sürekli: “O zamanlar Türkler ve Ermeniler birbirlerinden nefret
etmeden nasıl beraber yaşıyorlardı?” Niyetim o zamanlara gitmek ve sadece yazarken, kurgularken bu amacımı gerçekleştirebiliyorum. Sanırım bu soru hayatımı etkiledi. Türkiye’den gelen bir erkekle evlendiğimde bu soru da vardı kafamda muhtemelen. Ailemde
milliyetçi bir damar vardı. Türkçe müzik dinlemez, Türkçe konuşmazlardı. Bu hainlik gibi gelirdi onlara. Eşimin annesi Ermenice bilmiyor, dolayısıyla ben Türkçe öğrenip konuşmaya başladım. Bazıları beni eleştiriyordu. Başlarda bunun aşktan dolayı olduğunu düşündüm. Aşk her şeye kadir en nihayetinde… Fakat şimdi bu sevginin aslında bu sorudan geldiğini farkettim. Başta bir soru vardı: “Soykırım’dan önce nasıldı? Bir halk bir diğerini beraber yaşadıkları halde nasıl olurdu da yok edebilirdi?”
Hatırlayacaksın; Atom Egoyan’ın ‘Ararat’ filminde, Charles Aznavour’un canlandırdığı Ermeni doktor karakteri böyle bir soru soruyor: “Bizden nasıl olur da bu kadar çok nefret edebilirler?”
Evet, haklısın… Burada okullarda, Ermeni çevrelerinde nefret hakkında pek düşünmüyoruz.
Bize Türklerin Ermenileri kıskandığı öğretildi. Sanırım nefret kıskançlıktan daha şiddetli bir duygu. Kıskançlık daha kolay aslında; sen hep iyi olan tarafsın ve diğeri daha niteliksiz olduğu için seni kıskanır. Fakat nefret çok stabil olmayan, devamlı sallantıda olan bir yere koyar seni ve nefreti düşünmek çok daha zordur. Aznavour’un filmde bu ifadeyi kullanmasının benim üzerimde etkisi çok kuvvetli oldu. Bu konuda düşünmemiz gerekir.
Arjantin’de yaşıyorsun. Bu ülkenin toplumu da zor yıllar yaşadı. Tüm bu zorluklara şahit olan birisin. Senin Arjantin deneyimin edebiyat ve dünya görüşünü nasıl etkiledi?
Oturduğum mahalleden bir komşumla Ermenistan ve Arjantin hakkında bir belgesel yapmıştık. Kız kardeşi Arjantin hükümeti tarafından kaybedildi. Bu bizi epeyce etkiledi; Ermeni toplumu politikadan uzak durdu, konuşmadı, korktu. Ve sadece evlerin içinde konuşuyorduk, dışarda ise susuyorduk. Benim neslim sessizlik içindeydi, konuşmazdı. Kitaplarım ve edebiyatım bu sessizliğe kelimeler kazandırmayı amaçlıyor.
Bu sessizlik ve Soykırım, hatta hâlâ bu suçu inkâr eden Türkiye’deki iklim ile bir bağ kuruyor muydun? Sonuçta Türkiye’de de insanlar uzun yıllar boyunca sustular, sessiz kaldılar…
Evet, tabii… 2014’te İstanbul’a gittiğimizde, bir Ermeni kadın dostumuzla kahve içtik. Ermenice konuşuyordu kendisi, boynunda haç vardı. Fakat garson geldiğinde, haçını gizledi ve bizim Ermenice konuşmamamızı söyledi. Bir korku hissetim ve bu korku beni üzdü. Fakat daha sonra, THY ile Buenos Aires’e dönerken, yanımda oturan kadınla sohbet etmeye
başladık. BM’de çalışıyordu. 18 saat sonra bana bir kitap vereceğini söyleyip, Hayko Bağdat’ın ‘Salyangoz’unu hediye etti. “Buraya gelmek için bu kadar uzun yol gitmene üzülüyorum. Oysa sen Türkiye’de yaşamalıydın. Biz sizi nasıl kaybettik? Umarım bir gün
dönersiniz” dedi bana. Çok hislendim… Bizim orada bir yere sahip olduğumuzu, kaybolduğumuzu bilen ve bunu ifade eden Türkler de varmış demek. Edebiyat da benim için bir mekân. Çünkü ben de biraz kaybolmuş olduğumuza inanıyorum. Şimdi Arjantinli
olduğumu ifade ediyorum, fakat önceden bunu söyleyemezdim. Ermeniyim ama Ermenistan’da yaşamıyorum. Ermeniyim ama atalarım Ermenistan’dan değil, Türkiye’den gelmişler… Kimlik konusu biraz zor, anlayacağın. Edebiyat, kimlik üzerine düşünmem
için bir araç.
Arjantinlilerin yaptığın edebiyata ilgisi var mı?
Uzun yıllardan beri yoktu ama artık olduğunu söyleyebilirim. Onlar yazdıklarımı egzotik
buluyorlar. Soykırım, insan hakları konusu ilgilerini çekiyor. Kullandığım dil barok ve bu üslup Amerika’da yaygın… Başta Amerikalı bir üslup olduğunu görüyorlar, fakat okudukça aslında farklı bir köke sahip olduğunu fark ediyorlar. Borges, Arjantin edebiyatı gibi bir şeyin olmadığını, bunun bu topraklarda yaratılmış veya hâlâ kendini var etmekte olan bir
dünya edebiyatı olduğunu söylemiş. Burada hepimiz biraz kayıbız zaten. Sadece Ermeniler değil, İtalyanlar, Fransızlar da öyle çünkü buraya gelirken bir şeyleri kaybetmişiz; toprak kaybetmiş biraz. Arjantin’de o kadar toprak var ki… Ama her Arjantinlinin yüreğinde kayıp bir toprak var. Bu yüzden burada kimlik sorunu hep var. Toprağımız var, büyük bir ülkemiz
var fakat bir eksiğimiz hep var.
Ermenilerin korktuklarını ve konuşmadıklarını söyledin. O dönemde sesini yükselten Ermeniler oldu mu?
Oldu tabii, üniversiteli öğrencilerdi çoğu. Kültürel anlamda, entelektüel anlamda hazırdılar konuşmaya, fakat azdı onların sayısı.
Ne enteresan ki, Ermeniler susuyor, korkuyorlardı, fakat tüm bu kötülük sona erdiğinde cunta rejimini yargılayan heyetin başkanı, yargı kararını cuntacıların yüzüne karşı okuyan kişi Leon Arslanyan adında bir Ermeni oldu…
Harika… Bunu düşünmemiştim. Biliyorum, Arslanyan’ı tanıyorum ama bu bağlantıyı kurmamıştım.
‘İnsan Deposu’ kitabın Türkiye’de basıldı ve ilgi gördü. Aras Yayıncılık sana bu teklifi yaptığında ne düşündün? Kitabının Türkiyeli okuyucuya ulaşacak olmasını bilmek nasıl bir duyguydu? Bu soruya şunu da eklemek isterim: Yazarken “Bunları Türkiye’de de okuyacaklar” diyor musun içinden.
Kitap yayınlandıktan sonra bir gazetede kitabım hakkında bir yazı yayınlanmıştı. Kestim, çerçevelettim ve çalışma masamın karşı duvarına astım. Kızım bunu neden astığımı soruyordu. Çünkü Türkiye hakkında, Türkiye’de ve Ermeni bir yazar hakkındaki yazı…
Benim için bu önemli bir şey. ‘İnsan Deposu’ndan sonra bir şiir festivaline katılmak için Venedik’e gittim. Orada Türk şairlerle karşılaştım. Biliyorlardı, okumuşlardı. Benim için çok etkileyici idi. Benden sonra bir Türk kadın şiir okudu. Duygulandık ve birbirimize sarıldık. Bu ‘İnsan Deposu’ sayesinde oldu. Aynı şeyi bana o da dedi: “O kadar uzaksın ama aynı duygulara sahipiz.” Yazarken Türk okuyucuyu açıkcası düşünmüyorum ama arzum Türk okuyucunun da okuması yönündedir her zaman. Bukadar uzak bir edebiyatın aslında
onlara ne kadar yakın olabileceğini düşünmelerini isterim. Ermenistan benim için önemli, sık ziyaret ederim ama İstanbul’a geldiğimde Yerevan’dakilerden çok daha yakın olduğumuzu hissettim. Nerede benim yerim?
Arjantin ve Ermeni kimliğinin belki de çok ötesinde sen bir kadın yazarsın. Kimliğinin bu yönünden bahsedebilir misin biraz?
Bu sessizliğin farklı bir sesi… Muhafazakâr Arjantinli – Ermeni bir ailedesin, sessiz olmak durumundasın, konuşmaman gerekiyor. Baba “konuşma” der. Abi “konuşma” der. Bunlar vardı evimizde. Son kitabım Kafka’nın çevirmeni olan Milena Jesenska hakkında. Kafka hakkında yazmıyorum; kadın ve aynı zamanda çevirmen olan Milena hakkında yazıyorum. Bu kadın kendisi sessizlik içindeydi ve bir adama, Kafka’ya ses veriyordu. Çok büyük idealleri vardı. Ayrıca Soykırım zamanında Ermenilere yardımcı olan ve hayatının her günü bir fedakârlık olan Arjantin Arap aydınlardan bir kadın hakkında da çalışıyoruz.