“Yalnızlar’ın Türkçesi az da olsa farklıdır. İmlası ve sentaksıyla değil de tınısıyla, rengiyle vurgularıyla, müziğiyle, tikleriyle, bilinçdışının başka çağrışımlarla da açılan çekmeceleriyle. Bugünkü okumalarda bunlar artık bir romanın eksiği değil, aksine artısıdır. Çünkü artıdır farklılık, bir başka güçlü gerçekliktir; bu düşünceye artık aşinayız.”
Biberyan’ın Yalnızlar’ının kıymeti 2000’lerden sonra coşkuyla teslim edilirken, ilk çıktığı yıllarda (1959’da Ermenice, 1966’da yazarın çevirisiyle Türkçe) kıymetinin neredeyse hiç görülmemesi (önyargısal körlük böyle bir şey mi?) üzerine epeyce düşündüm.
1966 yılına zihnen dönmeye çalışalım. Okur yazar çevresi çoğunluk sola yakındır ve Zaven Biberyan dönemin TİP’ine üyedir, (“Türkiye İşçi Partisi’nden 1965 genel seçimlerinde İstanbul milletvekili adayı oldu, ancak milletvekili seçilemedi. 1968 yerel seçimlerinde ise aynı partiden İstanbul Belediye Meclisi üyeliğine seçildi ve başkan yardımcılığı yaptı.”)
Daha o günlerde etkili olan, etkisi giderek artacak edebiyat eleştirmeni Fethi Naci de TİP’tedir mesela.
Zaven Biberyan, Yalnızlar’ın kalitesinin farkında, Ermenice bilmeyen yol arkadaşlarının da romanı okuyabilmesi için çaba harcar: Çeviriyi kendisi üstlenir (self-made çevirilere “yeniden yazmak” da diyebiliriz); romanı edebiyat ortamındaki dostlarına eliyle, imzasıyla sunup bu çabayı taçlandırdığını da tahmin edebiliriz.
Türkçe romanlarda nadirattan sayılabilecek derinlikteki, insana dair çelişkilerle zengin, aşk-nefret gelgitlerinden de muaf olmayan (ah o anne-oğul ilişkisi!) kadın ve erkek karakterleriyle, diyaloglarının gücüyle, tüm asabiyetiyle çağdaşlığında öncü, toplumsal gözlemlerinde sarsıcı, Türkçe romanın uzun çocukluk hastalığı naiflikten de azade Yalnızlar, Zaven Biberyan’ın ölüm tarihi 1984 yılına ve 100 Soruda Türk Romanı’nın yenilenmiş son baskılarına kadar, Fethi Naci’nin rehber-kitabında yer almaz. Edebiyatla ilgilenen daha genç, yenilikçi isimlerin de dikkatini çekmediği gibi. Yeniden basımına dek. Niçin?
Çünkü:
– Yalnızlar Türkçedir, ancak Türkçesi az da olsa farklıdır.
İmlası ve sentaksıyla değil de tınısıyla, rengiyle vurgularıyla, müziğiyle, tikleriyle, bilinçdışının başka çağrışımlarla da açılan çekmeceleriyle. Bugünkü okumalarda bunlar artık bir romanın eksiği değil, aksine artısıdır. Çünkü artıdır farklılık, bir başka güçlü gerçekliktir; bu düşünceye artık aşinayız. Kafka’nın öncülüğünü dilde de bir azınlık insanı olmasına (Almanca yazan bir Çek, Almanca yazan bir Çekistan Yahudisi), Almancayı alışılmadık şekilde, hatta yer yer daha yoksulca kullanmasına bağlayan Deleuze ve Guattari’nin “Minör Edebiyat İçin”i (1975, pek müthiş olmayan bu başlık esasen Marthe Robert’in Almanca’dan Fransızcaya yanlış bir aktarımına dayanır) artık çevrilmiştir, Türkiye’de edebiyata meraklılar arasında neredeyse bıkkınlık getirecek kertede yaygınlık kazanmıştır.
Ancak, esasen çok dilli, çok kültürlü bir coğrafyada, ne uzun süre ve ne yakın zamana dek uzak kalabilmişiz bu algıya, değil mi?
Türkiye’de kendisini enternasyonalist kabul eden solun ve kültürlü kabul eden çevrelerin, azınlıkları ve resmen azınlık sayılmayanları (“azınlık dahi sayılmayan” mı demeliydik?), başta Kürtleri zihninde nereye yerleştireceğini (tuhaf oldu bu fiil) bir türlü çıkaramaması, ulusalcılığın toplumdaki yüzleşilemeyecek kadar derine kazılı etkisinden olsa gerektir.
Bu bastırmalarla Yalnızlar, Türkiye’deki “azınlık edebiyatı” başlıklı dolapta uzun süre tıkılı kalmaya mahkûmdu.
Meksika, Romanya köyünü anlatan çeviri roman “dünya edebiyatı”, burayı anlatan Yalnızlar “azınlık edebiyatı”. İşte böylesi bir anlayışla geçen upuzun yıllar… Ülkede modern edebiyatın, hatta modern düşüncenin inşası Türkçeyi “iyi” (iyi Türkçe 50’ler neslinin mottosudur) ve de “belirli” bir şekilde kullananların işidir. Ötekilerin değil.
Yeldeğirmeni’ndeki Bayan Yanı Cafe’de Ayşegül Tözeren, Selim Temo, Rober Koptaş ve Ahmet Soysal’la iki kez düzenleyip pandemi nedeniyle devam ettiremediğimiz (Yazarın Dili /Yazarın Dilleri panellerinin ilkindeki sunumuma, Nurullah Ataç’tan alıntıladığım bir başlık seçmiştim: “Severim Dillerini Bu Yurdun”. Merak edenler şuradan bakabilirler…
Zaven Biberyan’ın Yalnızlar’ına o iki toplantının ardından daldım, pandeminin ilk aylarında. Keşke çok önce okuyaydım.
Bir keşke daha: Yirmili yaşlarımdaki hırçın bir polemik sonrasında Yaşar Kemal “Romanlarım hâlâ benim tam istediğim gibi okunmadı. Onları bir kez de senin okuyup yazmanı çok isterim” gibi şeyler söylediğinde, bu cümleleri, büyük tutkusu (yazmak) önüne kimseler dikilmesin diye geliştirdiği insan ilişkileri ustalığına, düşmanlarını belli mesafede tutma hünerine yormuş, benim genç avcuma da bu itkiyle güzel boncuk bıraktığını varsaymıştım.
Yaşar Kemal Türkiye’de uzun süre kent edebiyatı/köy edebiyatı, şımarık kentler/kavruk ve yiğit Anadolu, zenginler/yoksullar tezatında çok sevilip göklere çıkarılmış, kimilerinde aynı nedenlerle belli bir direnci harekete geçirmişti. O da, verdiği söyleşilerde zaman zaman kendisine yüklenmiş misyonu sahiplenirdi.
Fethi Naci, ilgisinin belki en coşkulu payını evet Yaşar Kemal’e ayırmıştı ama, yukarıda saydığım çerçeveden taşmayarak.
Zaven Biberyan’ın Yalnızlar’ından yola çıkıp Yaşar Kemal’in –o zamanki bilincim henüz buna henüz hazır olmasa da– büyük sezgisiyle benim bir gün mutlaka şu cümleyi kuracağımı hissettiğini düşünmek istiyorum:
Yaşar Kemal, Türkçe içinde başka bir dilin, yok sayılan ve yasak olan bir dilin de yükseldiği çok özgün bir roman sanatı yaratmıştır, Kürtçe sesin, hayallerin, ritmin, doğa örtüsünün ve müziğin de hissedildiği özel bir Türkçeyle.
Daha incelikli bir Nobel jürisi, yıllar öncesinde bu cümleleri (tabii kendisine yaraşır bir sofistikeleştirmeyle) kurmalıydı, bana sorarsanız. Faydası olurdu. Şu başlık dahi değişirdi belki: “100 Türk romanı” değil de “100 Türkçe roman” olurdu mesela. Yalnızlar orada mutlaka yerini bulurdu.