“Çileli Ağavni”, onca zaman tabulaştırılmış ve hâlâ konuşmanın üslubunun bulunmaya çalışıldığı acılı bir zamanın tanıklığı.
Tarih, milletlerin soyut ve resmi kayıt dökümünde değil; daha ziyade, küçük hayatların insan hikâyelerinde saklı. O yüzden onu tarih kitaplarında değil edebiyatta, biyografilerde, anlatılarda buluyoruz. Aras Yayıncılık tarafından yayımlanan “Çileli Ağavni” de böylesi yalın bir tarih tanıklığı aslında. Hem de onca zaman susularak tabulaştırılmış ve hâlâ konuşmanın üslubunun bulunmaya çalışıldığı çok acılı bir zamanın tanıklığı.
Sivas-Suşehri’ne bağlı Pürk köyünde yaşayan Ağavni Norşen’in yaşamını, kendisi dışında çağdaşları ve sonraki kuşaklar için anlamlı kılan 1915 Felaketi’ni “Ben” diye anlatabilmesi. Burada artık sloganvari cümlelerin, gıyapta ön yargıların hükmü yok. Yaşandığı haliyle gün be gün tanıklık var.
Delilik sınırı
“Yaz Ağavni, yaz! Sen öğretmendin ama diploman yok diye geçmedi burada öğretmenliğin. Bunca badireden sonra nereden bulacaksın diplomayı? Okul mu kaldı, kilise mi kaldı? Madem öğretmenlik yapamıyorsun, başından geçenleri yaz. O da öğretmenin bir yolu değil mi?”
Altmış yaşına geldiğinde Surpik Nine’nin cesaretlendirmesiyle oturuyor masanın başına Ağavni. Ve yazmaya başlıyor, mutlu genç kızlık yıllarını, âşık olduğu Avedis’le peri masalı evliliklerini.
Sonraki kâbusunu yazıyor derken sayfalarca. Pürk’te öğretmenlik yaptığı sırada köyün tutuklanıp öldürülen erkekleriyle birlikte elinden alınan kocası Avedis’i ve çocukların açlıktan, hastalıktan ağladığı o ölüm yürüyüşünü. Bu yolda Ağavni, kundaktaki bebek kızı Varsenik’i bir ağacın altına bırakmak zorunda kalışıyla delilik sınırına dayanıyor…
“Ağavni o an kararını verdi. Çıktıkları ormanlık tepede gözünü kestirdiği bir çam ağacının dibine küçük bebeği bıraktı. İyice sarıp sarmaladı, etrafını da çaputlarla, bezlerle işaretledi. Böylece, tesadüfen oradan geçen biri bebeği görebilir diye umuyordu. Ağavni bebeğinin başından bir türlü ayrılamıyor, ‘ya kurtlar kuşlar parçalarsa’ diye düşünüyordu. Az önceki asker yanı başında bitiverdi. Ağavni kalktı, üç beş adım attı, sonra birden hüngür hüngür ağlayarak geri döndü… Yürürken, kendi kendine konuşuyordu: ‘Yaşayacaksam sadece Suren’im için yaşayacağım, başka kimsem kalmadı’…”
Kıyafet gibi değişen isimler
Önce Karadaş adındaki bir Kürt köyünde, Koçgiri Kürt aşiretine sığınılarak geçen yıllar var. Varsenik ismi verilerek sevilen bir diğer öksüz-yetim kız Maryam… Ama Ağavni’yi hep kökleri çağırır. Avedis’in yaşıyor olabileceği, kurtulmuş olabileceği umudu. Varsenik diye sevilen Maryam, Ziynet olarak başka bir ocağa evrilir. Din ve isimlerin kıyafet gibi değiştiği, malların mülklerin sürekli el değiştirdiği zamanlardır bunlar.
Ama Ağavni yılmaz. Zara’ya da, İstanbul’a da ulaşır. Suren’i için yaşar, torunu ile içindeki Avedis’i yaşatır. “Çileli Ağavni”, bir kalbi önümüze açıyor. Oradan yol aldığımızda artık dün de bugün de başka gözükecek gözümüze. Söz bundan başka neye yarar ki?.. Kitabın yazarı Ağavni’nin torunu Yazar Hraç Norşen, Zaralı Verjin Hosikyan ile Sivas-Suşehri’ne bağlı Pürk köyünden Suren Norşen’in oğlu. 1935’te Zara’da dünyaya geldi. Norşen’in ilkokul öğrenimi yarıda kaldı. 1961’de Verjin Kapu ile evlendi. 1964’te işçi olarak Avusturya’ya gittiler, çiftin iki erkek çocukları oldu. Burada 21 yıl kamyon şoförlüğü yaptı, 1996’da da emekli oldu. 74 yaşında babaannesi Ağavni’nin hatıralarını “Çileli Ağavni”de topladı.
6-7 Eylül’de bütün defterlerini yaktı
Elimizdeki kitap, Ağavni’nin doğrudan yazdıkları değil, torunu Hraç Norşen’in anlattıkları: “Babaannemin anlattıklarını ilk dinlediğimde küçücük bir çocuktum. Onun hayat hikâyesini, köyü Pürk’ü, ailemin hiç tanımadığım fertlerine dair hatıralarını, her birinin yaşadığı acı olayları, yıllar yılı hiç bıkmadan dinledim. Bu kitabı, yaşadıklarının, çektiği çilelerin bilinmesini, duyulmasını çok isteyen babaanneme olan borcumu ödemek için yazdım.”
İyi de neden onca defter dolduran Ağavni’den okuyamadık bunları?.. Çünkü 6-7 Eylül 1955’te bir provokasyon sonucu gayrimüslim evleri, kiliseleri, dükkânları yağmalanırken; Ağavni, geçmişin tüm zulmünü yeniden yaşayıp elleriyle yakmış defterleri.
Sadece içinden çekip kurtardığı rastgele bir kâğıdı torununun gözüyle okuyoruz bir an: “Varsenik daha altı aylıktı. Onu terk edeceğimi anladığı için mi bu kadar ağlıyordu? Bir ağacın dibine, topraktan dışarı fırlamış iki kökün arasındaki boşluğa bıraktım onu. Tanrım bu günahı hangi kefaret affettirir?”