Bazı insanlar rahatlamak için şiir okur, bazıları polisiye roman, bazıları öykü, bazıları da yemek kitabı. Ben son kategoride yer alanlardanım. Zor bir günün bitiminde, bir yemek kitabıyla yatağa girince dünyalar benim oluyor.
Bazı insanlar rahatlamak için şiir okur, bazıları polisiye roman, bazıları öykü, bazıları da yemek kitabı. Ben son kategoride yer alanlardanım. Zor bir günün bitiminde, bir yemek kitabıyla yatağa girince dünyalar benim oluyor. Biraz okur, hoşuma giden bir yemeğin nereden geldiğini düşünür tadını, hazırlayanları, yiyenleri hayal eder, sonra da uykuya dalarım. Okuduklarımın çok azını pişiririm. Galiba beni en çok ilgilendiren yemeklerin ve pişirenlerin öyküleridir. O nedenle de “yemek-anı” türünden kitaplar tercihimdir. Bu dizi başlığı altında son dönemlerde çokça kitap yayınlandı. Unutamadıklarım arasında, şiirsel başlığı kadar içeriği de etkileyici olan, Selim İleri’nin “Evimizin Tek Istakozu” adlı kitabı var bu türün klasikleri arasında sayılabilecek Colette Rossant’ın “Tadı Damağımda Kalan Ülke: Mısır” var ve ne yazık ki Türk okuyucusunu ilgilendirmekle birlikte, Yunanca yazıldığı için ulaşamayacağı, Rum asıllı Ksula Halkusi’nin “İstanbul’dan Tatlar ve Kokular” kitabı var. Bunların dışında konuyla ilgili başka kitaplar da var tabii ve hiçbirinin hakkını yemek istemem, dediğim gibi bu saydıklarım “unutamadıklarım”, yani bende daha fazla “iz” bırakanlardır. Fakat bu saydıklarım bile beni, bir nefeste okuyup bitirdiğim, “Sofranız Şen Olsun” kadar derinden etkilemedi ve hadi itiraf edeyim, ağlatmadı…
Takuhi Tovmasyan’ın Ermeni mutfağıyla ilgili bir kitap yazdığını biliyor ve dört gözle bekliyordum. Kitap çıktı ve beklediğimin çok ötesinde bir kitapla karşılaştım.
Kitapta bildik, bilmedik pek çok yemek tarifi yer alıyor, ama bence en önemlisi yazarın sevgiyle hem de büyük bir sevgiyle anlattığı kâh hüzünlü, kâh neşeli insan ve aile öyküleri. Ne kadar çok insanı, ne kadar çok yaya’yı (nine) tanıdım bu kitapta! İnsan kendi bildik dünyasından çıkmadıkça, dünyası sadece Androniki ve Evridiki yayalarla (benim ninelerim) ya da Emine, Fatma ninelerle sınırlı kalır ve bir ömür boyu onlarla oyalanır durur. Oysa şimdi (kitabı okuduktan sonra) topiği, dalak dolmasını ve tiritli fasulye paçasını titizlik, maharet ve keyifle pişiren Çorlulu Takuhi yayayı, yine Çorlulu ve Çorlu Ermeni geleneklerine sıkı sıkıya bağlı -belki de biraz otoriter- kırmızı mercimekli yaprak dolma ustası Akabi yayayı tanıdım, bir gecede hayatıma, salyangoz yahnisi, midye salma, cizleme, “kocagörmez” yapan Çatalcalı Mari (yazarın annesi), Lusi yenge, Arşaluys yenge ve başka pek çok kadın girdi. Tabii, kaçınılmaz olarak, dedeler de girdi hayatıma. En başta Yedikule’de “gazino” işleten Ğazaros efendi, evin balığını gaz tenekesiyle satın alan, oğlu ve yazarın babası, mıhlayıcı Bedros amca, elinden her iş gelen, ordinaryüs profesör demirci ustası “Deli Bedros”, doğuştan veteriner Toros dayı ve çiftlikleri, evleri, sofraları dost, akraba herkese açık diğer “ahpar”lar, “dayday”lar.*
Samatyalılar
Peki bu insanları daha önce niye tanımamıştım?
Bu insanların çoğu, Samatya’daki Sulu Manastır mahallesinde yıllarca oturmuş olan Rum Ortodoks Androniki yayamla, orada doğmuş olan babamla ve binlerce İstanbullu Türk-Müslüman ya da Yahudi’yle aynı yaşama alanlarını paylaşmışlar, aynı trene binmişler, aynı denizde yüzmüşler, Sirkecideki Hacı Bekir’den baklava yemişler, çoğu aynı balıklardan pilaki ve midyelerle salma yapmış, her Mayıs ayında Yedikule marullarını ve her Ekim ayında çavela (neredeyse unutacaktım bu sözcüğü) ile satılan palamutları alıp afiyetle yemişler, gayrimüslim olanlar dönem dönem benzer acıları yaşamışlar, ama yine de bütün bu insanlar birbirlerini -hem Müslümanlar azınlıkları, hem azınlıklar birbirlerini çok az tanımışlar. Çünkü hepsi, özellikle kentliler, uzun dönemler boyunca aynı gökyüzü altında, kendi gettolarında, kendi mahallelerinde, “kendi dünyalarında” kapalı yaşamışlar. “Öteki” ile ilişkiler olabildiğince sınırlı kaldıkça, topluluklar birbirlerinden haberdar olmadıkça, hele hele etnik ve dini farklılıklar diğer tüm farklılıkları maskeleyince, insanların birbirlerine “ezeli” düşman gözüyle bakmaları ve buna uygun davranmaları kolaylaşmış, böylece nedenler ortadan kalktıktan sonra bile düşmanlıklar sürüp gitmiş.
Topik
Takuhi Tovmasyan’ın ustalıkla yazdığı ve İnci Batuk’un özüne uyan bir yalınlıkla tasarladığı yemek-anı kitabını okudukça hem çok bildik şeylerle karşılaştım (kırsal kesimlerden kopmuş gelmiş nineler, kentli anne-babalar, neşeli aile sofraları, mutfak işine meraklı erkekler, Taksim Belediye Gazinosu’nda okul çayları, Varlık Vergisi öyküleri), hem ne kadar çok şeyi bilmediğimin farkına vardım (yan yana yaşadığım insanların âdetlerini, dini bayramlarını, kültürlerini, sanatlarını, az da olsa dillerini, yakın dönem tarihlerini). Ve toplumsal değişimin birer belgesi olan o güzelim fotoğraflara da uzun uzun baktıktan sonra iki şeye karar verdim:
1. Topik ve mercimekli yaprak dolması tariflerini hemen deneyip öğreneyim. Petaludalara, namı diğer Mafiş’e, herhalde sabrım yetmez, yazarın teklifini ciddiye alıp bu iş için onu çağırmak daha pratik bir çözüm!
2. Çorlu Ermenileri, Çatalca Ermenileri, Samatya Ermenileri ve diğerleri hakkında daha çok şey öğreneceğim, öyle ki helva pişirdiğimde, mezarları belli olsun olmasın, onlara için de, yazarın yaptığı gibi, bir “Allah rahmet eylesin” diyebileyim…
*Ermenice, ağabey ve dayı.