Aslan Kadının Mirası; Amerikalı Bir Ermeninin Feminist Olma Yolculuğu

Aslan Kadının Mirası; Amerikalı Bir Ermeninin Feminist Olma Yolculuğu
K24
Feryal Saygılıgil
09.07.2020

Arlene Voski Avakian’ın Meral Camcı’nın titiz çevirisiyle Aras Yayıncılık tarafından yayımlanan Aslan Kadının Mirası; Amerikalı Bir Ermeninin Feminist Olma Yolculuğu (Mart 2020) isimli özyaşam öyküsü içerikli kitapla, feminist hikâyelerimize bir yenisi daha eklenmiş oldu. 1939, Amerika doğumlu Avakian’ın feminist olma yolculuğuyla birlikte Ermeni ve lezbiyen kimliklerini keşfetmesi, bu kimlikleri için verdiği mücadele oldukça öğretici.

 

Avakian’ın 1940’lar ve 50’lerde çocukluğu New York’ta; ergenliği ise New Jersey’de geçer. Bu süreçleri yazdığı bölümlerde hem Amerikalılaşmasına hem de iştah açıcı geleneksel Ermeni yemeklerinden söz ettiği bölümler başta olmak üzere Ermeni kültürel mirasıyla tanışmasına tanıklık ederiz. Avakian’ın İran’dan gelen baba tarafı Avakianlarla, Türkiyeli anne tarafı Tutuyanların hiyerarşik ilişkilerle bezeli, kadınların aile içinde kısılıp kaldığı gayet geleneksel bir aile yapısı söz konusudur. Ancak, başta Sonia yenge olmak üzere ailesinin “ayrıksı” kadınları onun karakterinin oluşmasının yapı taşlarını oluşturur. Avakian kitabında Amerika’da sadece Ermeni olmanın değil Yahudi olmak gibi farklı etnik kimlikten olmanın da ne demek olduğunu da dile getirir. 14 yaşına geldiğinde, anneannesi Kastamonulu Elmas Hanım’ın, ‘işte benim hikâyem yavrus’ diyerek anlattığı hikâyesini öğrenir. Anneannesi 1915 soykırımından çocuklarını ve kendini kurtarmasını, askere alınmış ve dönmemiş olan kocasını, İstanbul’a ve yoksulluk içinde geçen yılların ardından Amerika’ya göçlerini aktarır torununa ve de ona ‘Bu hikâyeyi bütün dünyaya anlatmanı istiyorum’ diyerek yüklü bir miras bırakmış olur. Arlene bu hikâyeyi kimseye anlatmak istemez, dinlediğine bile pişman olmuştur; unutmak ister, ta ki bu kitabı oluşturma zamanına kadar…

 

Avakian, lise ve üniversite seçimlerini hep kendisi yaparak ailesiyle çatışmalar yaşar. Sadece bu konuda değil, siyahlar konusundaki önyargılarında da ailesine öfkelenir. Kitapta Avakian, siyah hareketine olan sempatisinin nasıl oluştuğunu ve de ırkçılığa, ayrımcılığa, eşitsizliklere karşı duruşunun nedenlerini ayrıntısıyla anlatır.

 

Avakian, Alfred Üniversitesi’nde sanat tarihi okumayı seçer, ancak aradığını bulamayıp iki yıl sonra daha iyi bir eğitim almak için Columbia Üniversitesi’nin tarih bölümüne başvurur; kabul edilir. İrlanda kökenli Tom O’Brien ile tanışıp evlenir. 1961’de oğulları Neal ve 1964’te kızı Hannah doğar. Bu yıllarda ABD’de Martin Luther King’in başını çektiği Sivil Haklar Hareketi (ki ondan çok etkilenir, kendi deyimiyle tamamen “dağılır”), Kennedy suikastı, Vietnam Savaşı gibi çok önemli politik olaylar yaşanır. Arlene bütün bu olayları yakından izler. Bu süreçte hayatına pek çok kişi girer; bu onu son derece zenginleştiren bir süreçtir.

 

Avakian’ın oğlunun gelişimindeki yavaşlık, geç konuşması, sosyalleşmekte zorlanması da onu hem annelik hem de “normal”lik üzerine düşünmeye yöneltir. Nitekim oğlu için gittiği psikiyatristler, terapistler oğlunun durumuyla ilgili olarak onu suçlarlar ve ona anneliğinden şüphe duyması gerektiğini söylerler.

 

Avakian, eşinin işi nedeniyle taşındıkları Ithaca Koleji’nde yarı zamanlı çalışmaya başlar ve bir yandan okutmanlık yaparken, bir yandan da Cornell’de Kadın Çalışmaları bölümünün kuruluşuna katılır. Evliliğinde yaşadığı hayal kırıklıkları, akademik yaşamda aradığını bulamaması, Ermeni toplumuyla yaşadığı uyuşmazlıklar onu sürekli yeni arayışlara iter. 1972’de evliliğini bitirip taşındığı Amherst’deki Massachusetts Üniversitesi’nde yine Kadın Çalışmaları bölümünün kuruluşunda yer alır.

 

Kitapta en ilgi çekici bölümlerden biri kuşkusuz, keşke biraz daha bununla ilgili biraz daha yazsaymış dediğimiz feminist olma hikâyesi. Karşılaştığı kadınlar yolunu açar. Onda merak uyandırır. Ama en çok Doris Lessing’in yazdıkları onu alt üst eder. Kafasını karıştırır. Lessing’in yazdıkları sayesinde yeni bir yola girer.

 

“Doris Lessing beni uçlara itmişti. The Golden Notebook’u (Altın Defter) bitirdikten sonra girdiğim yastan aylar sonra çıkabildiğimde hem hayatımı hem de dünyayı değiştirmek için çalışmaya kararlıydım. Kadınlar olarak kendimizi geliştirmek için özgür olmadığımızı fark etmiştim. Kişi kadın olarak ‘olması gereken yeri’ korumak uğruna insan olarak varlığını yerle bir etmek zorundaydı. Hem kendi yaşamımda hem de dünyada gerçek anlamda bir değişimin, ancak kadınların kolektif çabasıyla gerçekleşebileceğini de görüyordum. Doris Lessing halihazırda benim hayatımı değiştirmişti. Bu kitapların bir erkek tarafından yazılamayacağı apaçık ortadaydı. Nasıl beyazlar, siyah olmanın ne demek olduğunu asla anlayamazlarsa, erkekler de kadın olmanın ne demek olduğuna ancak dışarıdan bakabilirlerdi. Doris Lessing kapıyı açmıştı. Kaybettiğim benliğimi bulacaktım ve dünyayı değiştirmeye çabalayacaktım. Ki, artık kadınlar bir çeşit intiharla aforoz edilmek arasında bir seçime zorlanmasın” (s.201).

 

Avakian çok güçlü ve de inatçı bir kadın. Bunu hem Neal’ın gelişimi için verdiği mücadelede hem de kendi yaşamına sahip çıkışı anlamında görüyoruz. Evliliğini sonlandırışı, bir kadına âşık olup onunla yeni bir hayat kurması, inandıklarından hiç ödün vermemesi, başta öfkesi olmak üzere duygularını hiç saklamaması, samimiyeti ve de hep yeni baştan başlayabilmesi bize çok şey anlatıyor/öğretiyor. Kendimizi/bizi oluşturan damarlardan birini daha oluşturuyor…

 

Yazarın Türkiye’yle bugün olan bağını ve bu samimi anlatıyı oluşturma serüvenini ve de daha nicelerini öğrenmek için kitap akıcı Türkçesiyle sizi bekliyor…

Sitemize giriş yaparak kişisel verileriniz, site kullanımınızı analiz etmek, sosyal medya özellikleri ve reklamları kişiselleştirmek amacıyla çerezler aracılığıyla işlenmektedir. Detaylı bilgi için Çerez Politikası Metni’ni okuyabilirsiniz. Anladım butonuna tıklayarak açık rıza beyanında bulunmuş olursunuz.