Bir sefer Diyarbakır’ı birlikte gezmiştik: Mıgırdiç Bey, eşi Selma Hanım ve bir Süryani dost. Mıgırdiç beyin 30 yıldır görmediği anayurdu. Okul-tatil yılları biteli, babasını gömdü gömeli ilk gidişi. Kavuşma ve barışma. Sokak sokak, elinde teybi ile yürüyüp buraları, sokakları, insanları, binaları, arkadaşları, akrabaları, kentin hayatını anlattıkça, gözlerinin arkasında tuttuğu yaşlarda geçmişe gömülmüş bir Koca Yaşam ve Çocukluk.
Şimdi Aras Yayıncılıktan yeni çıkan kitabı “Biletimiz İstanbul’a Kesildi”de de, yine öykülerle sarıp sarmalayarak oraları, çocukluğunu, Diyarbakır sokaklarını, her çeşit etnik gruptan insan, Kürdü, Süryanisi, Kızılbaş-Alevisi, Ermenisi, Yahudisi, kendi yaşamının, kente açılan penceresinden, bütün oralı insanların kesişen dönüşen farklı yaşam biçimlerini, duygu, tutku, acı ve ağrılarını, çilekeş anasını, papazları, kiliseleri “Ermeni çocuklarını, analarının rahminden çekip çıkardıktan sonra “piçlerim benim” diye seven Kure Mama’yı Soyadı Kanunu çıktığında “Begım ben valla ben’ bilmiyem, sen hanki soyadıni istisen oni koy” deyince, nufüs müdürünün “Temizyürek” kaydı düştüğü Garabed dedesini Diyarbakır sokaklarında yürürken, bize gösterdiği gibi, bugün hâlâ orada çarşının içinde, dimdik ayakta, ama başka bir demirci ve işçilerin alın teri ile çalışan, dayısı Haço’nun demirci dükkânında, kızgın demirleri, “hıngıllayıp pıngıllayarak” dövdüklerini anlatıyor. Öyküler, yemekten (en çok da Meftuneden)-yaşama kadar uzanan, binlerce ayrıntı ile döşenmiş kesitler. Hem baharatlı biberli, isot gibi acılı, acıklı, hem de komik ve keyifli. Ama ben onlardan sadece öykü hazzı değil, bilmediğim bir tarihin, Diyarbakır’daki 1940’lı yılların yaşamını okuyorum. Bugün kalan son yaşlı Ermenilerin, esamesi okunmayan Yahudilerin ve görünmez yaşayan Keldani ve Süryanilerin, çoğunluk ve baskı altında Kürtlerin değil de, geçmişin kozmopolit kültürel yapısını, Kürtçe-Zazaca-Türkçe-Ermenice-Arapça ve Farsça ile haşır neşir Ermenice gibi, farklı kültürel yapılardan gelenlerin iç içe geçmiş yaşamlarını öğreniyorum. Benim için toplumsal tarihin ta kendisi bu öyküler. Diyarbakır, Amid’in gayrı resmi toplumsal geçmişi sözlü tarih değil de, gayrı resmi öykülü tarih.
Diyarbakır eski Ticaret Odası Başkanı ve yazar Şehmuz Diken, Mıgırdiç Margosyan’a yolladığı enfes mektupta “Aslında sizin biletiniz İstanbul’a değil, buraya kesilmiş” diyor. Diyor amma, gerçek hayat sözler kadar hoş değil. İşte:
Sürgün artığı bir filla
Mıgırdiç Margosyan 1938’de Diyarbakır’ın Hançapek Mahallesi’nde, halk arasında bilinen isimle, Gâvur Mahallesi’nde doğmuş. Sonra çocuk yaşında, ortaokuldan sonra, tam, eğitim bitti, rahata kavuştuk, başıboş dolaşıp keyif yapacağız, sonra da evleneceğiz diye düşünürken, kendi ana dili Ermeniceyi öğrensin diye babası tarafından İstanbul’a yollanmış. Yollanmış çünkü Diyarbakır’ın Süleyman Nazif İlkokulundan diploma aldıktan sonra, kemale ermiş ermesine amma, 13 yaşına geldiği halde Ermenice harflerini daha yeni, ilk kez görüyor, hiç, ama hiç okuyamıyormuş. Kaldı ki, orada Ermenilerin paylaştığı, bu Kürtçe, Zazaca, Türkçe, Arapça, Farsça karışımı dili, İstanbul Ermenisine konuşsa, belki bir şey anlamayacak. Çünkü babası emretmiş… ve “Çünkü… evde, dünya kuruldu kurulalı Tanrı’nın kurallarından sonra bir de onun kadar kesin, baba kuralları geçerliymiş.” Çünkü… babası Dişçi Ali, Asıl adının Sarkis olduğunu, Ali isminin kendisine sonradan, Siverek’te bir köy ağası tarafından verildiğini, Birinci Harb-i Umumi’nin sürgün artığı olduğu için, dört yaşlarında sünnet edilip Müslümanlaştırıldıktan sonra, isminin değiştirildiğini, aslında bir filla, yani Ermeni çocuğu olduğunu, çocuk yaşta çobanlık yaptığı için okuyup yazma öğrenemediğini, bu nedenle de kendi anadilini hiç olmazsa oğluna öğreterek böylece tarihle bir tür hesaplaşmaya soyunduğunu” çok farkında olup, tüm Diyarbakır’a da anlatmış, öyle ki olayı bilip duymayan bir sağır sultan kalmışmış.
Öykülere gebe hayat
Mıgırdiç Margosyan, çarnaçar, 1953 yılı, yaz sonunda, İstanbul’da trenden inip, bu karışık şehrin sokaklarında, Şişli’deki Karagözyan Ermeni Yetimhane’sinde, leyli meccani, Ermeni Okuluna, yeni hayata başlar. Yatakhanelerde, sonra, fakirlik içinde, İstanbul sokaklarında ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde geçen zorlu günler, onlarca öyküye, belki bir destana gebe hayatını, mezuniyetten sonra, 1966–72 yılları arasında Surp Haç Tıbrevank Lisesi’nde felsefe, psikoloji ve edebiyat öğretmenliği, sonra da okul müdürlüğü yaparak geçirmiş. Buluğ çağında, daha İstanbul bilincine düşmemişken, hayal ettiği gibi, demirci kalfalığından ustalığa terfi ettiğinde, “eli ekmek tutunca”, komşu kızlardan Süslü, o olmazsa, görkemli Surp Giragos Kilisesi’nin papazı, Der Arsen’in dikkatini çekmeden, koroda ilahi söylerken bakıştığı Janet’le, ya da adaylardan bir başka komşu, Maro ile değil de, 1966 yılında, koca bir genç adam olduktan sonra, 28 yaşında İstanbullu Selma Nişan ile evlenir, Derken eğitmeyi bırakıp ticarete başlar, ama orada da ömür tüketmez bir süre sonra kendini ticaretten de emekli edip tüm zamanını yazmaya ayırır. Ama bu arada, bütün bu süre içinde öykü yazmayı bırakmaz, öyküleri Ermenice olarak günlük Marmara gazetesinde yayımlanır. Şimdi de Yeni Yüzyıl Gazetesi’nde öyküleri değil ama biraz o tat, o kendine özgü,
acı-komik, alçakgönüllü, masalcı baba üslubuyla yazdığı makaleleri Çarşamba günleri okumak mümkün.
İşte kendi gibi birkaç keklenle (Diyarbakır Ermenice’sinde henüz altını pisletmekten kurtulamamış biçare çocuk) birlikte Diyarbakır Tren İstasyonu’ndan uğurlanıp, yıldızlı bir gecede İstanbul’a yol alan Mıgırdiç Margosyan, gözleri ve dişleri hariç, kömürden kapkara kesilmiş, kaç gün sonra Haydarpaşa’ya varıp, apar topar Şişli’de bugün de hala öksüz-yetim çocukların, okul yıllarını geçirdiği Karagözyan Ermeni Yetimhanesi’ne geldiğinde, ilk duyduğu cümle: “Koşuun! Koşuun… Anadolu’dan Kürtler gelmiş”.
Şimdi de, yazdıkları hakkında onu en çok soru yağmuruna tutan, daha, daha çok anlatmasını isteyen, ordan, burdan, Avrupa ve ABD’den, Diyarbakır’da yaşamış, hücrelerinde, kalplerinde, beyinlerinde, kenti bir türlü bırakamayanlar. Ama o, demese de, yarım asra yakın “İstanbullu” artık. Bir İstanbul öyküsü de var kitapta. Belki başkaları da kapıda. Öyküleri de ora ile burayı, dünyanın iki ucunu bir araya getiriyor çocukluğu burnunda tüterken gezdirdiği İstanbullu batılılara, uzaklaşmış doğulu Kürtlere, hiç ayrılmamışlara, dünyanın çeşitli bucağına dağılmış oralılara sesleniyor. Yaşamları kesişen Yahudi Mahalleli Yahudiler, Gâvur Mahalleli Ermeniler,
ruhaniler-siviller, Zaza, Suryani, Keldani, Kürt, Alevi, Arap, Türk ve Dönme, geçmişin acıları, öykülere bürünmüş, her tür kültür, din ve meslekten insan, küsüşmeden hayatı bütünlemeye, yaraları sarmaya çalışıyor…