“Evet, bu topraklarda gözümüz var” demişti Hrant Dink, “Ama üstünde değil, altında gözümüz var!” Hayatı boyunca bu duyguyu anlatmak için çabalayan Hrant’a göre, en çok da bir arada yaşadığı halklar anlamalıydı “toprağın altında gözü olmanın” aslında ne kadar ağır bir şey olduğunu…
Hrant’ın istediği kadar değil belki ama o aşağılayıcı-düşmanlaştıncı resmi dilin yaralamaya devam ettiği Ermenilerin ne yaşadığını merak edenlerin sayısı giderek çoğalıyor.
Yakın tarihin en büyük kıyımlarından birine uğramış, binlerce yıl biriktirdikleri ne varsa geride bırakıp göç yollarına düşmüş bir halkın örselenen aidiyet duygusunu, korkularını ve öfkelerini anlamaya çalışmanın kaynakları da…
Ermeni halkbilimci Susie Hoogasian Villa, Detroit’in güneybatısındaki bir Ermeni yerleşim bölgesi olan Delray’da geçen çocukluğunda, babası Harputlu Ğazar Ğugusyan’nın dünyaya geldiği küçük Ermeni köyü Akhor’da geçen o güzel günlere ilişkin anlattığı hikayelerle büyür. Babasını ziyarete gelen ve her seferinde Türk kahvesi ikram edilen komşuların bazen saatlerce süren sohbetlerinin konusu da, terk etmek zorunda kaldıktan o ‘eski dünyaya’ ait anılardır. Villa, bu anıların ne kadar kıymetli olduğunu, çok sonraları Ermeni halk hikayeleri üzerine bir çalışma yapmak istediğinde anlayacaktır. Zira, Anadolu’daki Ermeni köylülerinin 19. yüzyıl sonlarıyla, 20. yüzyıl başlarındaki köy hayatını ortaya koyacak veriler oldukça sınırlıdır. Babası ve arkadaşlarının yaptıklan sohbetleri anımsayan Villa, Van’dan Bursa’ya yaşadıktan farklı bölgeleri, uğradıkları baskı ve katliamlar nedeniyle terk etmek zorunda kalarak Amerika’ya gelen, yaşları yetmişle seksen arasında değişen 48 Ermeniyle görüşmeye başlar.1960 ile 1970 yılları arasında yaptığı görüşmelere dayandıracağı çalışmasını tamamlayamadan hayatını kaybeden Villa’nın topladığı malzemeler ve kitap için hazırladığı taslak, tarihçi Mary Kilbourne Matossian’a teslim edilir. Villa’nın hazırladığı taslağı, konuyla ilgili Ermenice ve Rusça kaynaklar ışığında yeniden düzenleyen Matossian, böylece 20. yüzyıl başlanndaki Ermeni köy hayatının panoramik bir fotoğrafını çekmeyi başarır.
Aras Yayıncılık tarafından ABD’dekı ilk basımından 25 yıl sonra Türkçeye kazandırılan “1914 Öncesi Ermeni Köy Hayatı”, işte bu yoğun emeğin ürünü.
Kitapta, Ahılkelek (Gürcistan) ve Kesap (Suriye) dışında, bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırlan içinde yer alan bölgelerde yaşamış Anadolu Ermenilerinin toplumsal ve kültürel hayatlarına ilişkin aile ve aşiret örgütlenmesinden, günlük ev işlerine nişan-düğün törenlerinden, konut mimarisine kadar olan birçok aynntı ele alınıyor. Doneme ilişkin fotoğraflar ve anlatımlanna başvurulan 48 kişinin yaşadıkları yerlere ait bilgilerin de yer aldığı kitapta işlenen dini ritüeller dışındaki pek çok geleneğin ve günlük hayat pratiklerinin, aynı coğrafyayı paylaşan komşu halklarla taşıdığı benzerlikler dikkat çekiyor.
Saldırılar ve ulus bilinci
19. yüzyıl sonunda Osmanlı imparatorluğu ile Çarlık Rusya’sı arasında bölüşülen topraklarda tarım ve hayvancılık yaparak hayatlannı sürdürmeye çalışan Ermeni köy aileleri, yiyecek ve giyeceklerini, kullandıkları alet ve mobilyaların tümünü kendisi üretebiliyor ve büyük oranda kendi kendilerine yetebiliyorlardı. Susie Villa, kitap için yazdığı önsözde, bu yeterliliğe rağmen, Ermenilerin siyasi olarak boyunduruk altına girmekten kurtulamadıklarını söylüyor. Yaşadıkları coğrafyayı tarihlerinin çok erken bir döneminden itibaren Kürtlerle paylaştıklarını anımsatan Villa, baskınlar ve yayla rekabetlerinin sürekli yaşanmasıyla birlikte, Ermenilere karşı asıl örgütlü saldın ve siyasi baskılann Kürtlerden değil, komşu devlet ve imparatorluklardan geldiğini ifade ediyor. Villa’ya göre 14. yüzyıla kadar Persler, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Memluklar, Selçuklu Türkleri ve Moğollar arasında el değiştiren hakimiyet, son olarak Osmanlı imparatorluğu’na geçtiğinde de devam eden ayınmcılık ve baskılara karşın Ermeniler, ulus kimliği bilincini hiç yitirmediler.
Ev içindeki yetki diginin
19. yüzyıl sonunda Ermeni nüfusunun büyük bir kısmı çekirdek aileler (ındanik) halinde yaşıyordu. Ermenilerdeki en geniş akrabalık birimi olan ve önemini Birinci Dünya Savaşı’na kadar koruyan Kertastan’nın en güçlü olduğu yerler dağlık bölgeler ve dağ eteklerindeki ormanlık alanlardı. Köylülerin kişisel olarak toprak sahibi olduklan bu yerler, merkezi hükümetlerin en zayıf, kendini koruma ihtiyacının ise en yoğun olduğu bölgelerdi. Aşiretlerde dördüncü dereceye kadar akraba evlilikleri kesin yasaktı ve yaşa ve cinsiyete dayalı bir iş bölümü uygulanırdı. Erkekler kadınlardan üstündü ve evin reisi ailedeki en yaşlı erkek (nahabed) olurdu. Evin günlük işlerini idare eden kişi ise nahabed’in karısıydı (dan digin).Çocukların yetiştirilmesinden yiyecek ve dokuma üretimine bütün işler dan diginin otoritesi altında yürütülürdü.
Beslenmeden evdeki iş bölümlerine Ermeniler için oldukça önemli olan tandırın kullanım biçimlerinden, yiyeceklerin saklanma tekniklerine hamilelik ve doğumdan çocuk yetiştirmeye kadar pek çok başlığın ayrıntılandırıldığı konulardan biri de nişan/evlilik törenleri. Kız çocuklan, genellikle (Müslümanlardan korumak için) küçük yaşlarda evlendirilir ve bu küçük kadınlar yaptıklan evliliklerle birlikte “dilsizleşir”di. En az bir yıl yüzünün alt bölümünü örten ve yalnızca çocuklarla konuşabilen yeni gelinlerin bu durumu, 1908’den sonra zorunluluk olmaktan çıkar.
Cumanın uğursuzluğu
Kitapta, Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul eden ilk ulusal topluluk olan Ermenilerin, eski pagan inanç ve uygulamaların izlerini taşıyan adetlerine de yer veriliyor. Örneğin Ermeniler için taş, toprak ananın yoğunlaşmış haliydi ve taşlann tamamen ortadan kaldınlmasının, toprağın gücünü yitirmesine neden olacağına inanılırdı.
Çarşamba ve cuma günleri çalışmak Ermeni kadınlar için tabuydu. Özellikle cuma günleri suyun “Fatima”ya ait olduğuna inanıldığı için o gün çamaşır yıkamaktan kaçınırlardı.
Kırsal bölgelerde yaşayan Ermenilere göre hastalıklar, ya kem gözden, ya kötü ruhlardan ya da yanında başkasını da götürmek isteyen yeni ölmüş bir kişiden kaynaklanırdı. Her ruhun uğurlu veya uğursuz bir yıldızla bağlantısı olduğuna inanılır kişinin yaşamı kötü gittiğinde yıldızı sönükleşir, ölen insanın yıldızı ise gökten düşerdi…