Kafes’i duyduğumda 6-7 Eylül’ü hatırladım

Kafes’i duyduğumda 6-7 Eylül’ü hatırladım
Zaman Gazetesi
Nuriye Akman
25.04.2010

Mıgırdiç Margosyan, 72 yıl önce Diyarbakır’ın Gavur Mahallesi’nde doğdu. Anadili Ermeniceyi öğrenmeye 15 yaşında geldiği İstanbul’da başladı.
Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitirdi. Ermenice ve Türkçe kaleme aldığı öykü, anı, roman ve makalelerinde yaşadığı hayatı, yani bizi anlattı. Çarpıtmadan, abartmadan, etnik kimlikleri farklı olsa da bu toprakları vatan yapan insanları yazdı.

 

Çok sayıda ürün vermesine ve aldığı ödüllere karşın, Türk okuru nezdinde hak ettiği ilgiyi gördü mü, emin değilim. Kendisi Büyükada’da komşum olmasına rağmen ben bile o güzel kitaplarla yakın zamanda tanıştım ve çok etkilendim. Baharın adayı sıcacık sardığı bir gün, kuş cıvıltıları kulağımızı, taptaze çiçekler gözlerimizi ve zarif eşinin ikramları midemizi şenlendirirken, tatlı tatlı konuştuk. Çekilen acılar başka nerede böyle acımadan konuşulabilir ki…

 

-Tespih Taneleri’ni okurken bir suçluluk duygusu kapladı içimi. Birbirimize ne kadar yabancılaşmışız diye düşündüm. Gâvur Mahallesi’ni de Tesbih Taneleri’ni de bence her Türk okumalı. Babanızın soyadını nüfus müdürlüğünden alırken, size isminizi verirken çektiği zorluktan başlayalım. Merak ediyorum, o zorluklar hala yaşanıyor mu?

-Benim ismimin Mıgırdiç oluşu tesadüf değil. 1915 olaylarında dört yaşındayken tehcire çıkan babam, Siverek’te kayboluşunun ardından on yedi yaşına kadar Müslüman olarak yaşamış. Benim ismimde bu kadar inatla duruşunun nedeni, babasının ismini vermek arzusu ki babasını o yaşlarda zaten hatırlamıyor. Margos da dedesinin ismi. Bunu da soyadı olarak almak istemiş. Kitapta uzun boylu anlattım. Bu isimlerde niye bu kadar direnmiş?Bu herhalde psikolojik bir kompleks.

 

-Kendi adıyla var olma duygusu.

-Evet. İlla Mıgırdiç olsun. Benden önce bir kardeşim doğuyor, o vefat ediyor. Yaşlı hanımlar geliyorlar, bunun adı Mıgırdiç olmasın ölür, Mıgırdiç uğursuzluk getiriyor diyorlar. Bu laflara inat Mıgırdiç’i isteyişi çok enteresan tabii.

 

-Anlamı nedir Mıgırdiç’in?

-Vaftiz eden demek. Tabii onun kelime anlamı bir şey ifade etmiyor. Diyarbakır’da Gavur Mahallesi’ndeki Süleyman Nazif Okuluna gidiyorduk. Aşağı yukarı yirmi beş kişilik sınıfta sekiz-on kişi Ermeniydik. Mıgırdiç de vardı, Agop da. Öğretmenler tabii bizi tanıyordu. Ama yeni bir öğretmen gelip, isminizi sorduğunda herkes Ahmet, Ayşe derken Mıgırdiç veya Agop dediğiniz zaman ilk önce bir yadırgıyordu.

 

-Tabii onun yadırgayışı diğer öğrencilerin dikkatini çekiyor.

-Öğrenciler malum işte kendi arkadaşlarını böyle müşkül bir vaziyette görünce gülerler, ben hep sıkılırdım. İsminizi söyleyeceksiniz, anlamaz bir daha söyle, bir daha söyle. Bizim evimizde bırakın Mıgırdiç’i, Agop’u , babam Sarkis’in ismi Ali, eniştemin ismi Ramazan, dayımın ismi İsmail. Üstelik hepsi de Ermeni.

 

-Kitaplarınızı okumayanlar için bir açıklama yapalım. Tehcir sırasında bir Kürt babanızı kurtarıyor, büyütüyor, ismini değiştiriyor ve Ali yapıyor.

-Ve babam gibi birçokları var. İki isimliydi bizim çevremizdekiler. İsmi Hüseyin, kendisi Dikran gibi.

 

-Ama sizin bir Türk isminiz yok, değil mi?

-Hayır. Babam bu konuda çok hassastı. Biz yedi kardeştik, hiç birimize ikinci bir isim kullandırmadı. Burada halen bu var mı? Evet, halen var. Mesela adamın normalde TC kimliğinde Agop yazıyor. Ama kendi kimliğini şu veya bu şekilde gizleyip Yakup diyor. Dikran ise Hayri diyor. Burada belki direkt bir zorlama yok. kimse tabanca dayayıp da ismini değiştir demiyor. Ama pratik yaşamda bu maalesef geçerli. Yıllar önce Tepebaşı’nda bir opera binası vardı. Yandı sonra. 1960’lı yıllarda ben üniversite öğrencisiydim. Bir gün gittiğimde bir broşür verdiler elimize, oyuncuların listesi..

 

-Evet okudum bu anınızı. İsimleri gizleniyor, sadece baş harfleri ile veriliyor. Şimdi böyle değil ama.

-Valla bilemiyorum. Benim pratik hayatta gördüğüm, bazıları kimliklerini gizliyorlar. Belki ticari ilişkileri buna engel olur diye düşünüyorlar. Endirekt bir baskı halen var. Ülkemizde halen tek kimlikli bir zihniyet var. O zihniyet çocuklara taa ilkokuldan itibaren aşılanıyor. Belli bir devlet politikamız var. Bu zihniyet içerisinde çocuklar büyüdüğü zaman, bazıları bunu kendilerine görev addedebiliyor. Mesela sekiz on yaşlarındayız, kendi arkadaşlarımız bizi “hak dine” yöneltmeye çalışırlar, “hak dine dön, gâvur olma” derlerdi. Büyükler bunu söylemiyordu. Ama o atmosfer zaman içerisinde bunu geliştiriyordu. Kiliseye gidip gelirken, şu veya bu şekilde sizi rahatsız ederlerdi. Yazsa karpuz kabuğu, kışsa kartopu atarak papazlarınızı rahatsız etmeleri basit şeyler gibi geliyor ama insanlar üzerinde etkili oluyor.

 

-Yok, basit değil. Hele bir çocuk bunu çok daha derin bir biçimde hisseder. Bugün Anadolu’daki Ermeniler neler yaşıyorlar?

-Anadolu’da Ermeni kalmadı. Ben daha üç gün evvel Diyarbakır’daydım. İsmi Gâvur Mahallesi, gâvuru yok. Gâvuru kalmamış mahallenin kilisesini şimdi onarmaya çalışıyoruz. Direkt olarak size sokaktan geçerken bir şey demiyorlar. Ama gündelik yaşam içerisinde bir takım şeyleri ister istemez yaşıyorsunuz. Mesela bu ülkede mecliste oturumu yöneten bir hatun var. Bir zamanlar da içişleri bakanıydı.

 

-Meral Akşener

-Onun hepimize armağan ettiği, Ermeni dölü lafı var. Ben hayat boyu bunu unutamam. Kindarlığımdan değil. Bu lafı bütün Ermenilere bir hakaret olarak ortaya sürmesini ahlak dışı buluyorum. Bu Kürtlere de olsa, Türklere de olsa, Yunanlılara da küfür bazında söylense beni rahatsız eder. Aynı zihniyet Savunma Bakanı Vecdi Gönül’de de ortaya çıktı. Ermenilerle Türkleri göndermeseydik, kelime olarak tam hatırlamıyorum, hani dışlamasaydık acaba bu ulus devleti kurabilir miydik gibi bir laf etti. Şimdi böyle durup dururken bazı insanlar…

 

-Kanatıyorlar sizi.

-Üstelik tarihte kalmış bir olay. Haklı mı, haksız mı oturup tartışırsınız. Ama durup dururken birilerine kızıp böyle konuşulur mu? O zaman siz de diyorsunuz ki Ermenileri, Rumları bilmem neleri dışladım da, ulus devlet kurdum diyorsunuz, iyi mi oldu? Kuramadınız da üstelik ulus devleti.

 

-Niye kuramadık?

-Çünkü eğer kurmuş olsaydınız sabahtan akşama kadar kalkıp da milli birlik, bütünlük lafını etmezdiniz. Gerçekten milli birlik bütünlüğü kursaydınız zaten bunu söylemenize gerek kalmazdı. Demek olmamış ki milli birlik, bölüneceğiz aman dikkat edin diyorsunuz.

 

Olaya hangi taraftan bakarsanız bakın, ortada bir gerçek var

 

-1915’de yaşananlar tehcir mi, soykırım mı sorusuna, bir kitabınızda şöyle yaklaşıyorsunuz. “Tehcir yok, soykırım var diyen de doğruyu söylemiyor. Soykırım yok, tehcir var diyen de” Size göre bu iki söylemin de yanlışı nerede?

-Her iki tabir de olaya bakan kişi açısından değişiyor. Mesela her Ermeni kendince asla inkâr edemeyeceği bir psikoz içerisindedir. Ermenilerin yüzde doksanının ailesinde muhakkak bu tehcirden, soykırımdan adına ne derseniz deyin, etkilenmiş bir zümre olmuştur. Ya babası, ya dedesi. Benim ailemden dört kişi kayıp. İki amcamı kaybetmişim. Babamın annesi, nenem sırf bu yüzden keçileri kaçırmış, tımarhanelik olmuş. Siz o zaman diyorsunuz ki evet bu bir soykırımdır. Şimdi madalyonu ters çevirip öbür taraftan bakarsanız, bazı insanlar size şunu diyor: Canım durup dururken mi bunlar oldu? Siz de birtakım şeyler istediniz. Van’da, şurada burada birtakım olaylar geliştirdiniz, bizi sırtımızdan bıçaklamaya kalktınız. Bu bizim hakkımızdı. Sizi tehcir ettik. İşte yolda, hastalıktan bu insanları kaybettik. Olaya hangi taraftan bakarsanız bakın, ortada bir gerçek var.

 

-Nedir o?

-Ortada bir takım insanlar öldü. Bunu ortaya koymadığınız müddetçe siz soykırım dersiniz, öbürü tehcir der, bu böyle uzar gider. Hiçbir neticeye de varamazsınız. Olay bir şeyleri sahiplenmek meselesidir. Ermeniler bu ülkede yaklaşık üç, dört bin yıldan beri yaşayan bir toplum. Onların yanında Süryaniler var, ha keza Kürtler var. Tabii bu arada 1071’den itibaren Anadolu’ya gelmiş Türkler de var. Bunlar tarih içerisinde beraber yaşamışlar. Aralarında bir sürü sürtüşmeler de olmuş. Bunun dini, ekonomik etkileri var. Buna rağmen bir yaşam sürmüş gitmiş. Ama şimdi bu kadim coğrafyada Ermeniler kalmadı. Şimdi bundan mı kaynaklandı, şundan mı?

 

-İttihat Terakki zihniyeti, dış ülkelerin kışkırtmaları…

-Bunların hepsi olabilir. Siz eğer samimi olarak ortaya koymazsanız düşüncelerinizi, her cümlenizin altında acaba bunu söylediğim zaman kimliğimden çok mu ödün veririm gibi bir sürü şeyin hesapları içerisinde olursanız, karşınızdaki kişinin belki gözlerinin içine bakıp konuşursunuz ama arada bir gözlerinizi kaçırma ihtiyacını duyarsınız. Ben yıllar önce, Evrensel Gazetesi’nin yazarı olarak İzmir’de bir söyleşiye çağrılmıştım. Orada bayağı bir kalabalık vardı. Gelenlerin yüzde sekseni de lise, üniversite düzeyinde öğrencilerdi. Orada bana sorulan sorulardan birisi de şuydu: Ermeniler nasıl insanlardır? Bu soru kahreder insanı. Yani Ermeniler nasıl insanlardır, dediğiniz zaman demek ki burada üç dört bin yıllık tarihten hiç haberiniz yok.

 

-Yok tabii. Özellikle öğretilmedi.

-Öğretilmediği için de o insanlar siz- biz durumuna geldiler. Birbirine katışık olan o kültürü maalesef bir taraf baskı altında asimile etti. Siz de, ben de ilkokulda bir tarih okuduk. Ama bugün bize bizim tarihi bile öğretmemişler diye her gün televizyonda olsun, sağda solda olsun konuşuluyor. Oturup eski defterleri açacağız. Açık ve seçik olarak, 1915’te gerçekten ne oldu? insanlar tifüsten mi öldü? Ermeniler isyan ettiyse neden etti? İnsanlar durup dururken isyan eder mi? Yani eğer sizin sırtınız pekse, yaşadığınız yerden memnunsanız, hiçbir yadırganacak durumla karşı karşıya değilseniz isyan eder misiniz?

 

-Milliyetçilik akımlarını da hesaba katmak lazım. İmparatorlukların yıkılıp ulus devletlerin yıkılış sürecini…O dönemde isyana kışkırtılan bir takım Ermeni çetelerini…

-Kimse kendi yoğurduna ekşi demez. Ama tarihi konjonktür içerisinde size katılıyorum. Tabii ki o milliyetçi akımların etkisiyle bir takım ayaklanmalar olmuş, bir takım insanlar kendi özgürlüklerine kavuşmak için gayret içerisinde olmuşlar.

 

-Öyleyse Türk milliyetçiliğinin yaraladıklarından bahsediyorsak, Ermeni milliyetçiliğinin de açtığı yaralar olduğunu söylemek icap etmez mi?

-Olmaması mümkün değil. ama işte burada ince bir nüans var. Eğer siz o günkü şartlar altında küçük çetelerin oluştuğunu kabul edelim. Bunlar kendilerince belki özgür bir Ermenistan kurma sevdası olabilir, belki Osmanlının baskısından ekonomik olarak veya şu veya bu nedenle yıldıkları için, verdikleri vergilerden dolayı falan isyan ettiler. Ben onu kabul etmiyor değilim. Ama siz münferit bir takım kişilerden yola çıkarak tüm bir halkı bundan zarar görecek şekilde, bunu milli bir politika şeklinde yapıp, çeteleri bahane ederek bütün bir devletin bekası için bütün Ermenileri bilmem nereden nereye sürmek gibi bir yaklaşım içerisinde olursanız, daha önce erkekleri toplayıp, kimisini askere alarak, elemine ederek, geride kalan çoluk çocuğu günlerce bir yerden bir yere sürmeye kalkarsanız, tabii ki yüzde sekseni ölümle sonuçlanacak bir yolculuk olur o.

 

-O dönemde sorumluluğu olan askeri ve idari personelin bir bölümü yargılandı. Asılan da oldu. Bu size Osmanlının niyetinin aslında çok da kötü olmadığı gibi bir sonucu vardırıyor mu?

-Hayır. Neden vardırmıyor? Siz bir yanlışı yapmış olabilirsiniz. O yanlış sizin tahmin ettiğinizden daha büyük neticeler doğurmuş olabilir. Sırf bunun sorumluluğundan kaçabilmek, kendinizi temize çıkarmak için bir takım insanları feda edebilirsiniz. Tıpkı bugün yapıldığı gibi. Bir takım provokatif eylemler yaparsınız. Sonra da üç kişiyi alır, içeri atarsınız. Bir yerde de bakın, biz ne kadar güzel devleti idare ediyoruz, hiç art niyetimiz yok dersiniz.

 

-Sonuçta bu İttihat ve Terakki zihniyetinin ortaya çıkardığı bir felaket. Yeni Türkiye Cumhuriyeti neden bunu tamamıyla üstlensin?

-Tabii üstlenmesin. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlının devamı olduğunu da kabul etmesin o zaman. O İttihat Terakki zihniyeti zaman zaman hortluyor. Bu zihniyeti değiştirebildiğiniz zaman zaten mesele kalmaz. Mesela bir bakanımızın durup dururken onları göndermeseydik ulus-devlet olabilir miydik diye sorabilmesi İttihat Terakki’nin aynen elli sene sonraki durumudur.

 

-Veya 6-7 Eylül olayları…

-Evet. Sırf Kıbrıs’ta bir takım olaylar çıktı diye siz kendi vatandaşlarınız olan azınlıkların mallarını, mülklerini bir gecede talan etmeye hakkınız yoktur. Onu yapmak işte İttihat Terakki’nin devamıdır. Çünkü bu insanların o Kıbrıs olaylarının şu veya bu şekilde gelişmiş olmasında hiçbir dâhilleri yok. Akşam adam dükkânını kapatmış, nalbur. Sabah gelmiş, dükkânında mal yok.

 

Ne seviniyorum ne de üzülüyorum…

 

-Bu soykırım yasalarının Batı parlamentolarında birbiri arkasından kabul edilmesi sizi üzüyor mu, sevindiriyor mu?

-Beni sevindirmiyor da, üzmüyor da. Bugün bizim artık bir şeyleri konuşmamız lazım. Bugün adına tehcir, sürgün, soykırım ne derseniz deyin, böyle bir gerçeklik var. Böyle bir olay olmamıştır, yoktur diyemezsiniz.

 

-Kimse demiyor artık zaten.

-Ama bir zamanlar deniyordu. Yani biz zamana karşı hep kavgamızı yaptık. Otuz sene evvelinde de Kürt yoktu. Ama bugün var. Bugün kalkıp TRT Şeş’i kuruyorsunuz. Demek ki zaman içerisinde bir takım hatalar ortaya çıkıyor. Çıkmayabilirdi de. Bu konjonktür böyle devam ederdi. Belki yüz sene sonra bu konu tamamıyla de kapatılabilirdi. Bugün sanıyorum yirmiyi aşkın ülke evet, bu bir soykırımdır diye parlamentolarında bir karar çıkarmış. Yani bir gün Obama da böyle bir şeye evet diyebilir, hayır diyebilir. Altı sene sonra bir başkası gelirse o da evet veya hayır diyebilir. Beni o kadar da ilgilendirmiyor. Çünkü Obama’nın evet veya hayır demesi bir gerçeği değiştirmez. Bu olaya müdahil olan Türkler ve Ermeniler açısından ben bunu ayıp addediyorum. Yani biz kendi aramızda otururuz, bir şeyler olmuş deriz. Bunun soykırım olduğunu illa bir başkasının noter gibi tasdik etmesi veya değildir diye keza tasdik etmesini beklemek her iki taraf için de bence utanç vericidir.

 

-Peki, parlamentoların işi midir bunu söylemek?

-Bugün tarihçiler artık oturup kendi aralarında konuşamıyorlar. Çünkü herkes oturmuş kendine göre bir tarih yazmış. O parlamentolarda insanlar yan yana gelip okey diyorlarsa tabii bunun ekonomik, sosyal, siyasi sebepleri var. Ama bir de onların önlerinde çeşitli dillerde yazılmış bir takım tarihi bilgiler var. Bu adamlar da damdan düşer gibi haydi böyle bir soykırım çıkaralım demiyorlar.

 

-Peki sizin üzerinizden, bu vatan üzerinde bir takım oyunlar oynanıyor olabilir mi?

-Olabilir. Bu emperyalist güçlerin, tabii ki kendi aralarında kırk bin çeşit hesapları vardır. Bu yalnız Türkiye için değil, Afganistan için de geçerli, Pakistan için de geçerli.

 

-Dolayısıyla buradaki Ermenilerin daha uyanık olması gerekmez mi?

-Ermenilerin yapabileceği bir şey yok. Ne yapabilirler ki. Ayrıca siz benimle geldiniz bir röportaj yapıyorsunuz. İşte ben hasbel kader sağda solda gevezelik ediyorum, yazıyorum da. Bugün elli bin kişi kalan Ermenilerin içerisinde şu konuştuklarımıza bile hani suya sabuna dokunmayan laflar ediyoruz, zorla birbirimize bir şeyleri empoze etmek gibi bir şey yok, buna bile ne lüzumu var konuşuyorsun diyenler var.

 

-Çünkü korkuyorlar, çekiniyorlar, yaralılar.

-Tamam. Bir Hrant Dink’i kaybettik biz. Benim aynı zamanda öğrencim olmuştu. Onun bu ülkede gerçekten bir art niyeti yoktu. Benim de yok. Benim gibi bir sürü insan var. Kimisi bizim gibi ortalarda, kimisi değil. Ama siz bir takım insanları sırf Ermeni olduğu için potansiyel düşman gibi görür ve davranışlarınızı daha sonraki günlere aktaracak şekilde böyle art niyetle içinizde beslerseniz, işte o İttihat ve Terakki zihniyetinin devamı olur.

 

-Tesbih Taneleri’nde beni etkileyen sahnelerden biri de şu: Ermenice öğrenmeniz için Diyarbakır’dan İstanbul’a gönderiliyorsunuz. İki sene sonra evinize dönüyorsunuz yaz tatili için. Babanız o kendine has Kürtçe lehçeyle size bir ilan yazdırıyor, gazetede yayınlanmak üzere. Tehcirde kaybettiği yakınlarını hani insaniyet namına duyan bilen varsa söylesin diye. Sonra neler oldu, kayıplardan kavuşanlar oldu mu?

-Bizim ailemizde olmadı. Babam zaten dört yaşındayken iki kardeşini kaybetmiş. Fakat bizim ailede değil de Diyarbakır’da o mektuplardan dolayı benim duyumlarıma göre bir takım aileler şu veya bu vesileyle tesadüfen birbirlerini bulabilmişler. Mesela birinin ucu Fransa’da çıkmış, birinin ucu Amerika’da, birinin ucu da Beyrut’ta. Ama bunlar tek tük şeyler. Ben hep o günleri yaşadım. Hani İstanbul’a gelmişim, Ermenice bilmiyorum. bir iki sene okumuşum, biraz Ermenice öğrenmişim. İstanbul’dan Diyarbakır’a döndüğüm zaman bir takım insanlar ellerinde kâğıt ve kalemle gelip de, hele al oğlum aranıyor diye bir ilan vermesi ne kadar acıklı.

 

-Çok, çok acıklı.

-Ve bütün umutları yazacakları üç kelimelik Ermeniceyle acaba bulur muyuz? Yetmiş yaşında bir kadın geliyor size. Kaybettiği bir oğlu, ne bileyim kardeşi var. Size diyor ki yaz oğlum. Anımsayabildiği kadar, aklında kaldığı kadar. İşte babasının adı Agop, anasının adı bilmem ne. En son Siverek’te altı yaşında görüldü.

 

-Fotoğraf da yok.

-Hiçbir şey yok. Ve siz onun verdiği nirengi noktalarından bir mektup yazıyorsunuz. Adres yok. Kime göndereceksiniz o mektubu? Marmara veya Jamanak gazetesine. O gazete onu basacak. Birileri de onu okuyacak. Tesadüfen bilmem ne olacak. Ve bulunacak. Olay bu.

 

-Babanız gibi pek çok Ermeni tehcirden kurtulduysa, Kürt ya da Türkler tarafından himaye altına alındıysa, acaba elli binden fazla mıdır sayıları?

-O konuda bir bilgim yok. Ama şunu söyleyebilirim, on beş sene evvelinden itibaren hani biraz daha tanındık, kitaplarımız yayınlandı. Sağ olsunlar Diyarbakırlılar beni söyleşilere davet ediyorlardı. Mesela gittiğimde iki yüz kişilik bir grup dinlemişse, bazen söyleşiden sonra bir genç kız veya genç bir delikanlı gelip kulağıma, hocam diye gizlice, sanki büyük bir sır verir gibi, benim de nenem Ermeniymiş diyordu. Ve bunu böyle söylerken bir utanç, bir mahcubiyet, böyle tuhaf psikolojik bir durum. İlk günlerde bunu geçiştiriyordum. Sonra o kadar çoğaldı ki. Şimdi her gittiğimde inanın üç kişiden birisi muhakkak kendi nenesinden dolayı Ermeni olduğundan bahsediyor.

 

-Bu sizi sevindiriyor mu?

-Bana dokunuyor, sevindirmiyor. Hatta ben o insanları durup dururken teselli etmek ihtiyacını duyuyorum. Ne yapalım yavrum diyorum. Senin bunda bir dahlin yok. Senin nenenin tesadüfen Ermeni olması veya senin bunu yıllar sonra öğrenmiş olman senin suçun değil. Bir de bunun acısını çekiyor, saklanmış, saklanmış işte Fethiye’nin yazdığı gibi, sonra tesadüfen şu veya bu şekilde öğrenmiş. Onu öğrendiği zaman bir de o insanın psikolojisini düşünün. Ben o insanlara acıyorum. Birden bire size bir kimlik oluşturuyorlar. Ve o güne kadar belki dışladığınız, belki de farkında olmadan nefret ettiğiniz bir kimlikten birdenbire kendinizde de bir şeyler olduğunu hissediyorsunuz. Bu tür şeyler oluyor. Ama sayıları ne kadardır bilemem. Hatta bırakın o zamanları, babamların döneminde, yani benim ilkokul, ortaokul dönemlerimde hani yan yana gelirler, konuşurlar, birbirlerine anlatırlar dağılan tespih tanelerini. Sen nerede kayboldun? O zaman Diyarbakır’da möhtedi diyorlardı onların tabiriyle.

 

-Muhtedi, dönme yani.

-İşte dönmeler vardı. Deyim yerindeyse iki dinden avare. Hem Ermeni olduklarını biliyorlar, etrafındaki insanlarla beraberler. Ama möhtedi oldukları için sanki onu da inkâr etmek durumunda kalıyorlar. Böyle bir ikilem içerisinde yaşayan insanlar da tanıdım ben.

 

Tespih Taneleri film olabilir

 

-Edebiyatçı, acılarla kalemi arasına mesafe koyar. Yoksa yazamaz. Baktığımız zaman ne muhteşem film kareleri, ne kadar zengin bir hikâye. Acıyı ben çekmediğim için bunu rahatça söylüyorum herhalde…

-Hayır, size katılmıyorum. Dolaylı olarak şu anda acı çekiyorsunuz siz. Beni dinlerken, benim anlattıklarımdan, kitaplarımdan yola çıkarak, bana soru sorarak…Hiç de ilgilenmeyebilirdiniz. Demek ki siz bir acıyı paylaşmak istiyorsunuz. Zaten siz ve sizin gibilerin sayısı artarsa bu ülkede, senin acın, benim acım değil de, gerçek olarak acıyı paylaşmak isterlerse o zaman mesele kalmaz.

 

-(Gözlerim doluyor. Ağlamamak için direniyorum) Mesafe koyulamadığı durumlar da oluyor.

-Mesela bana diyorlar ki hiç mi kötü şey yoktu? Niye kitaplarında bunları yazmadın? Ben kitaplarımda tehciri anlatmadım, soykırımından bahsetmedim. Ben yaşadığım hayatı anlattım. Ama satır aralarında dikkatli bir okuyucunun algılayabileceği, tonlarla laf etmişim. Gece odun sobası yanıyor. Orada konu komşu gelmiş, oturmuşlar. Kendi aralarında konuşacak hiçbir konuları yok mu? Yok. Eninde sonunda dönüp dolaşıp kirvem sen kaç yaşındayken nerede kayboldun? Sen hatırlıyor musun ananı, sen hatırlıyor musun babanı demeleri korkunç bir trajedi.

 

-Sizin kitabınız filme alınmalı.

-Bu Tespih Taneleri gerçek bir film olabilir evet.

 

-Yok mu buna para yatıracak zengin bir Ermeni?

-Hiç zengin Ermeni’ye ihtiyaç yok. İlla bunun prodüktörünün Türk veyahut da Müslüman olması şart değil. Tarihi gerçeklerin bir değeri varsa, alın size bu roman. Bunu oturup adam gibi bir filme çekin.

 

-Yani siyasi propaganda amaçlı değil, candan ciğerden.

-Evet. Onu söylemeye çalışıyorum ben de. Mesela Kültür Bakanlığı alsın yapsın. Eğer bunun içerisinde kendince hayır ya burası da fazla, burası da çıkaralım demeyecekse.

 

-Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin iyileşmesi, sınır kapısının açılması için bir takım girişimlerde bulunulması, protokoller imzalanması, sonra bir adım geriye gidilmesi.. Bunları nasıl yorumluyorsunuz?

-Ben insanların daima birbirleriyle dost olmalarını isterim. Esas görev Türkiye’de. Bu soykırım tartışmalarını bırakın. Bunların hepsi şu veya bu şekilde ortaya çıkacak. Ama Türkiye’nin biraz daha cömert olması lazım. Mesela Ermenistan ile sınırların açılması mı gerekiyor? Ve açılması doğrudur. Artık siz bu doğru zihniyeti getirip de bir başka şarta, Azerbaycan’a bağlamayın. Eğer yapmak istediğiniz, bir sınırı açmak, o beraberliği pekiştirmekse yapın. Yapmak istemediğiniz zaman seksen tane neden bulursunuz. Geçenlerde başbakanımız kalktı ne dedi? Gerekirse biz buradaki kaçak Ermenileri göndeririz. Bakın, ben hukuk devletinin var olduğuna inandığım bir ülkede başbakanlık yapıyorsam, kaçak kuçak kim olursa olsun çalışmasına imkân vermem. İzin vermişsem, günün birinde hiç ilgisi yokken kalkıp, bak sen soykırım dedin, ben de kalkarım bilmem ne yaparım gibi dışarıdaki Ali’ye kızıp, içerideki Veli’yi kovmak çok yanlış.

 

Bir derdim varsa ülkeyle milletle değil zihniyetle

 

-Kafes Eylem Planına göre Adalarda yaşayan özellikle gayrimüslimleri fişlemişler. Kapılarına işaretler koymuşlar ve korkunç şeyler yapmayı planlıyorlarmış. Siz bunları okuduğunuzda ne düşündünüz?

-Bu bana ister istemez bizatihi yaşadığım 6-7 Eylül olaylarını hatırlattı. 17 yaşındayken Üsküdar’da benim bulunduğum okulu gece ellerinde meşalelerle gelip yakmaya çalıştılar içindeki öğrencilerle beraber. Olmadı, yakabilirlerdi falan. Camları, çerçeveleri kırdılar. Çekip gittiler. İki yüz metre ileride de karakol duruyor yani.

 

-Derin devlet operasyonları bunlar.

-Sene 1955. şimdi geldik 2010. Kaç sene geçmiş aradan? Elli beş. Şimdi siz halen bir takım yerlere işaret koyuyorsunuz. Elli beş sene evvel yaptıklarınızı şimdi de yapmaya kalkıyorsunuz. Beceremediniz. Demek ki imkânlarınız olsaydı yapacaktınız. Halen böyle bir zihniyetin olabilmesi, Ermeni-Türk-Kürt için demiyorum, böyle bir zihniyetin olması, devlette veya kendince şu veya bu şekilde görev almış bir takım insanlar olması beni düşündürüyor.

 

-Bu ülkede birbirlerine kışkırtılmasında yarar umulan pek çok grup var. Sadece üvey evlat gibi kendini hisseden Ermeniler mi?

-Değil. Aynen katılıyorum size. Bugün Ermeniler yahut sayıları üç bin civarında kalmış Rumlar, Musevilerin dışında bizatihi kendini azınlıkta hisseden Türkoğlu Türkler var. Nedir bunların derdi? Demokrasi. Demokratik bir ülke olduğumuzu söyleyip de, demokrasinin asgari şartlarını yan yana getirmediğiniz müddetçe tabii ki hepimizin sorunu olacak. Ve şimdi onun için ne yapıyoruz, anayasayı değiştirelim. Tamam değiştirelim. Eğer zihniyeti değiştirmezseniz seksen tane anayasa yazsan ne olur. Anayasanın bırakın değiştirilecek halini, Anayasanın bugün harfiyen uygulandığını benim gibi bir geri zekâlıya kimse anlatamaz.

 

-Estağfurullah.

-Mesela benim bir derdim varsa bu ülkede, bu milletle değil. Benim derdim zihniyetle. Bana Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı diye bir pasaport, bir nüfus kâğıdı veriyor bu ülke. Vatandaş olarak belli haklarım ve tabii görevlerim var. Ben bu görevlerimi yerine getirebilmek için uğraşıyorum. Askere gidiyorum, vergi veriyorum. Peki, ben niye en fazla yedek subay olabiliyorum? Nedir benim Ahmet’ten, Mehmet’ten farkım? Ben iyi bir kaymakam olabilirdim Türkiye’de. Hiç kimse kalkıp da bana demesin, canım seksen sene evvel Osmanlı İmparatorluğu zamanında vardı. Beni ilgilendirmiyor kardeşim. Şimdi var mı, yok mu? Ben de bu vatanın vatandaşı mıyım? Ben bugün becerebiliyorsam dışişleri bakanı olabilmeliyim bu ülkede. Ama olamıyorum.

 

-Anayasa değişikliği, zihniyetin değişmeye başladığının da bir göstergesi sayılabilir. Eğer referanduma gidilirse, oyunuzun rengi ne olur?

-Tabii bir takım değişiklikleri onaylıyorum. Ama benim üzerinde durmak istediğim, yarın evet de desem, hayır de desem benim için değişen bir şey olmayacak. Çünkü ben bu zihniyetin değişebilmesine ihtimal vermiyorum.

 

-Ama sonuçta bir oy kullanacaksınız.

-Önüme toplu halde getirirlerse evet diyeceğim. Ama onların her bir maddesi tek tek olsa tercihlerim olur. Tamam, eskisine göre biraz daha iyi bir anayasa, biraz daha genişlemiş. Ver kardeşim ne var, Kürtlere de ver seçme seçilme hakkını. Her anlamda ver ama. Seçim kanunundaki değişiklikleri yap. At o yüzde 10 barajını. Bunları yapmayınca e o zaman al sana şu kadar yeter. Tıpkı bir zamanlar bu ülkeye komünizm gelirse onu da biz getiririz dendiği gibi. Şimdi bu ülkede anayasa bu kadarlık yeter. Alın ona da evet deyin. Ondan sonra Allah kerim gibi.

 

-Diyarbakır’da doğup yaşadığınız Gavur Mahallesi’nde bir sokağa adınız verildi. Ne hissediyorsunuz?

-Ben o sokakta, Gâvur Mahallesi’nde çok azı kalmış tek tük evlerin içerisinde de birkaç tane gâvurun olmasını tercih ederdim. Keşke böyle olsaydı, benim ismim de duvarda çakılı olmasaydı. Üstelik benim gıyabımda alındı bu karar. Ben onu kendilerince uygun gören insanlara da teşekkür ederim. Bizi adam yerine koydular, kalktılar ismimizi sokağa verdiler. Ama bu büyük bir sorumluluk. Çünkü bu ülkede bir insanın yaşarken isminin sokağa verilip üç gün sonra da o levhanın indirilmesi gibi traji-komik durumlar da olabilir. Bakın Hrant Dink’in isminin burada bir sokağa vermeye kalktılar kırk dereden su getirdiler. Yok efendim postacı bulamazmış falan. Benim ismimi oraya veren doğru bir zihniyetse Hrant Dink’in isminin de oraya verilmesi gerekir. Yanlışsa benimkinin de verilmemesi gerekir.

 

-Patrik Mesrop Mutafyan hasta, uzun zamandır. Eninde sonunda yeni patrik seçimi gündeminize gelecek. Bu konuda söylemek istediğiniz bir şey var mı?

-1960’lı yıllara kadar bu cemaatin sivillerden kurulu, anayasal düzeyde cemaati ve cemaat yöneticileri vardı. Bir de ruhani olanlar vardı. Sonradan bu sivil cemaat kapatıldı. Sadece dini temsilciler kaldı. Patrikhanede oturan kişi otomatikman sanki bütün Ermenilerin lideri oldu. Oysa dini liderlik başka şeydir. Şimdi patriğin bir konuda ettiği herhangi bir laf sadece onu bağlamıyor. Beni de bağlıyor, bir başkasını da. Oysa ben öyle düşünmüyorum.

 

-Bugün yarın seçim yapılacak.

-O kişi bu ülkenin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğunun kesinlikle bilincinde olmalı. Ve o vatandaşlık kime ne kadar tanınıyorsa en az o kadar hakkı olduğunu bilip, laflarını ona göre konuşmalı. Yani başı sıkıştığı zaman, vatandaşlık haklarından yola çıkarak, haklarını müdafaa etmek yerine, işte Ankara’ya gidip arka planda siyasilerle bir takım ahbap çavuş ilişkilerini kuvvetlendirip, olmaması gereken şeyleri savunmamalı. Patrik olacak kişinin devletin bugünkü resmi politikası budur, ona göre konuşayım, yarın işte başıma bir iş gelir, buna göre söyleyeyim. Bunu söylemezsem, geçiştirirsem daha iyi gibi bir yaklaşım gütmesi bana ters geliyor. Madem bir koltukta oturacaksınız; oranın hâkimi olacaksınız, sorumluluğunuzu da yerine getireceksiniz.

Sitemize giriş yaparak kişisel verileriniz, site kullanımınızı analiz etmek, sosyal medya özellikleri ve reklamları kişiselleştirmek amacıyla çerezler aracılığıyla işlenmektedir. Detaylı bilgi için Çerez Politikası Metni’ni okuyabilirsiniz. Anladım butonuna tıklayarak açık rıza beyanında bulunmuş olursunuz.