Roman kahramanının nasıl ve neden bir ‘kahraman’ olduğu üzerine kurulu bir edebi türün Almanca adı olan Bildungsroman, oluşum romanları için kullanılan uluslararası bir edebi terim haline gelmiştir. Bildungsroman’da, roman kahramanı genellikle küçük yaşlarda hayat serüvenine atılırken, roman, bireyin zihinsel ve ahlakî gelişimi, değişimi ve nihayetinde farklılaşmasını gözler önüne serer. Kafkaesk bir ifadeyle, bildungsroman kahramanı zihinsel bir ‘metamorfoz’ portresidir. Bu başkalaşım toplumsal düzene karşı bir başkaldırıdır. Çünkü başlangıçta, henüz toplumda yer edinmemiş Bildungsroman kahramanı kurulu düzenin içinde sıkıştırılmış bir hayat sürer. Bu sıkışmışlığı oluşturan baskı ve yaptırımları sorguladığı anda yaşadığı farkındalık ona kabuk değiştirtecek ve bir birey olma yolunda ilk adımlarını attıracaktır. Kurulu düzenle girişilecek bir uzlaşma fikri olabildiğince ertelenirken, bunun yerine kahramanın kendi var oluşunu, aidiyetini ortaya koyabileceği bir mücadele seçilir. Bütün bu kararlılığa rağmen kahraman topluma bir şekilde dahil olur. Bildungsroman bir tırtılın kelebek olma yolunda kararlılıkla ilerlemesidir. Özgürlüğün uzantısı olan bireycilik kelebeğin mücadele yolu kadar çetin ve acımasızdır. Baskı, dışlanma ve düzene uyum sağlayamama giderek sürgün ve yolculuk kavramlarını beraberinde getirir. Özellikle sürgün kavramı bildungsroman kahramanının kaçınılmaz kaderi gibidir. Bu sürgün, çıkılan içsel/zihinsel bir yolculuk şeklinde olabileceği gibi, hayatla ve özellikle de toplumla mücadelede bir kaçış serüveni olarak da karşımıza çıkabilir. Yol, aidiyet arayışında ve kimliği inşa etmede kahramanın vazgeçilmez öğesidir. Charlotte Bronte’nin ünlü eseri Jane Eyre, nihayetinde bir bildungsroman örneğidir. Romana adını veren kadın kahraman çocukluğundan itibaren dışlanmış, hor görülmüştür ama küçük. yaşta ‘yol’lara düşerek, eğitimli, ayakları yere basan ve nihayetinde sınıf atlamış muzaffer bir kadın olarak karşımıza çıkar. Aynı şekilde, yirminci yüzyılın en büyük modernist yazarlarından James Joyce da Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nde Stephen’ın kimlik krizinde rol oynayan dinin ve dolayısıyla kilisenin toplumsal hayatın tamamını etkileyen yaptırımlarını, İrlanda’nın tarihsel çalkantılarını sorgulayarak, çatışma ve mücadele yoluyla bir bireyin doğuşunu kurgular. Bu roman, aynı zamanda Künstlerroman türünü oluşturan ‘sanatçının oluşumu’ kavramına de örnek teşkil eder. Goethe’nin Wilhelm Meister’in Çıraklığı’ndan Carlo Collodi’nin Pinokyo’suna Dickerıs’ın Büyük Umutlar’ından Proust’un Kayıp Zamanın Içinde’sine nice ‘yol sevdalısı’, bildungsroman türü dahilinde hatırlanabilecek isimlerden birkaçıdır.
Bu tür romanların genellikle yazarların ilk romanları olduğunu düşünürsek, yol kavramı üzerinde biraz daha durmalıyız. Otobiyografik özellikler de taşıyan bu romanların, yazar/roman kahramanı çiftinin çıktığı bir arayış öyküsü olduğu da söylenebilir. Bu yüzden, çoğu kez yazar ile kahraman örtüşerek kimliklerinin oluşum öyküsünü, her defasında farklı temalar üzerinden anlatabilirler. Örneğin, Joyce/Stephen kimliğini baskın olan kilise kurumuyla çatışarak inşa ederken, Charlotte/Jane bunu öfke merkezli bir anlatımla cinsiyet politikaları üzerinden yapma gereği hisseder. Yazılmış oldukları dönem ve koşullar ne kadar farklı olursa olsun, bireysellik anlayışı açısından hepsinde amaç aynıdır.
Yukarıda özetlemeye çalışılanlar, Mıgırdiç Margosyan’ın son kitabı Tespih Taneleri için de geçerlidir. Yazar Mıgırdiç/roman kahramanı Mıgırdiç’in anlattıkları ‘yol’ öyküsünün baskın çatışmasıysa tarihsel bir travmanın sonucudur. O yüzden roman, daha doğrusu her iki Mıgırdiç, dünü ve bugünü birlikte algılarlar. Daha doğrusu, geçmişi ve şimdiyi birbirinden koparmadan görebilmek Mıgırdiç’i bir bildungsroman kahramanı mertebesine yükseltir.
Bu noktada romanın belkemiğini oluşturan ‘Kafle’, yani ‘kafile’ sözcüğü tehcir-geçmiş-travma üçgenini temsil ederken, ‘Kafle artığı’ da bu üçgenin içine hapsolmuş bütün Ermenileri kapsamaktadır. Bu bağlamda Mıgırdiç’in ‘oluşum’ öyküsü, aslında bir Ermeni bildungsroman’ı veya ‘Ermeni olmanın biluıngsroman’ı olarak görülebilir…
Gavur Mahallesi, Söyle Margos Nerelisen?, Biletimiz İstanbul’a Kesildi kitaplarının yazarı Mıgırdiç Margosyan, Tespih Taneleri’ nde kendi kişisel tarihinin (Heredan-Diyarbakır-İstanbul) dağılış öyküsünü, çocukluk, ve ilk gençlik yılları çerçevesinde anlatırken, aynı zamanda bir Ermeni’nin ‘Kafle’ eksenindeki hayat serüveninin portresini çizer. Henüz çok küçük yaşta ilk yol-kayboluş-varış macerası sonucu babasının kendisini ‘Marco Polo’ olarak adlandırması, çocukken okuduğu Gülliver’in Seyahatleri ve trenle çıkılacak yolculukların hayalleri, hepsi onun birey olma serüvenini önceden sezdirirler. Fakat bu serüven aşkına kişisel damgasını vurmanın yolu geçmişten, tarihten, hatırlamaktan geçer. Küçük ‘Marco Polo’ on beş yaşına geldiğinde kendi tarihinin yolunda ‘yola çıkar, ‘kaybolur’ ve en nihayetinde her bildungsroman kahramanı gibi ‘varış’ noktasına, yani daha önce tecrübe etmediği bir farkındalığa ulaşmış olur.
Bir halkı yetim ve eksik bırakıp ona yeni kimlikler giydiren ‘Kafle’nin bıraktığı nesle ait Dişçi Ali/Sarkis, 1915’ten sonra Diyarbakır’ da Ermeni okulu kalmadığı için en büyük oğlu Mıgırdiç’ e Ermenice eğitim aldıramamaktan ötürü büyük üzüntü yaşamaktadır. Istanbul’ daki Patrik Hazretlerinin emriyle köy köy dolaşıp Ermeni çocukların ‘ana dillerini öğrenmek’ üzere Istanbul’a gelmesi için aileleri ikna etmeye çalışan rahibin telkinleriyle, büyük bir kararlılıkla oğlunu İstanbul’a yollar. İşte bu noktada, hiç bilmediği bir dünyanın yepyeni kapıları açılır Mıgırdiç’in önünde. Keşfedilecek bu dünyarun ilk durağı, romarun başlangıcındaki ‘Karagözyan Ermeni Yetimhanesi’, metaforik de olsa ‘yuvasında’ fark edemediği gerçekleri yüzüne vurur genç Mıgırdiç’in.
Bu ‘yetimlik’ tecrübesi İstanbul’a adımını attığı günden itibaren bir yabancılaşma etkisini de beraberinde getirir. Yetimhanede saçlarını kestirmek zorunda kaldığı sahnede kırık bir aynanın varlığı, Ulysses’in başlarında Stephen’ın karşılaştığı kırık ayna bölümünü hatırlatır. “Stephen geri çekildi ve aynayı işaret ederek soğuk bir tonla konuştu: ‘İrlanda’nın sanat sembolü işte budur. Bir hizmetçinin çatlamış el aynası.
Kırık ayna bu sefer Ermeni bir gencin karşısında durmaktadır. Ancak bu sefer, tarihinden vazgeçemeyen bir toplumun üyesi için kırık ayna bir duvar aynasıdır. Kimlik kavramı bu noktada daha da sorunsallaşmaktadır. Şöyle ki, ayna bireyin kimliğini simgelerken, duvar da toplumu ve kurulu düzenin baskın ideolojisini ‘siyasal ya da kültürel düzlemde’ ortaya koymaktadır. İki çatışan imgenin bir arada kullanılması, kimlik oluşumunun ne kadar çetin bir zemin olduğunu vurgular. Duvar aynası, ‘kırık’ bir ayna olarak Ermeni toplumunun dağılmışlığını simgelemekten fazlasını yapar. Bu Ermeni çocuklarının İstanbul’da ‘köylü ve Kürt’ olarak ötekileştirerek yaşadıkları yabancılaşmayı pekiştirir.
Kafle sonrası bütün bir nesil gibi Mıgırdiç ve ailesi de dillerinden, dinlerinden, kültürlerinden yetim bırakılmıştır sadece kendi dünyalarında sahip çıkabildikleri bir değerler yumağında yaşarlar. Konuştukları Ermenicenin ve hatta Türkçenin farklılığı, yemek yeme kültürü ve günlük hayata dair daha pek çok pratik, yetimliğin getirmiş olduğu yabancılaşmayı simgeler. Bu yüzdendir ki, Mıgırdiç’in çocuk dünyasının penceresinden nakledilen yeni ortamda ‘ana’ ve ‘baba’ kavramları dil ve din ekseninde toplanır. Gâvur Mahallesi’nde yaşayan herkes gibi Mıgırdiç de Tanrı, Isa ve Meryem Ana’yla sıkı bağını koparmaz adaş olmaları hasebiyle kendisine daha yakın gördüğü Aziz Margos’ a da her zor anında başvurur.
Yaşadıkları dehşet zamanlara inat bir kararlılıkla sığındıkları Kutsal Üçlü’ nün günlük konuşmalarda hiç eksik olmadığı bir ortamda yetişen Mıgırdiç, İstanbul’da eğitiminden ve barınmasından sorumlu Patrikhane, Patrik ve rahiplerle bu durumu sanki resmileştirir. Ermeni Patrikhanesi yetimliğini sona erdiren ‘yuva’ görevini üstlenirken, Anadolu’ da dağılmış tespih tanelerinden biri olan Mıgırdiç, bu kurumu kendisini sorumlu hissettiği ailesi olarak görür. Kendisiyle yakından ilgilenen ve her defasında desteğini esirgemeyen hemşerisi Rahip Karekin artık onun ‘veli’si Patrik hazretleri de ‘manevi baba’sı olmuş, böylece kendi öz kültürü onu ‘evlat edinip’ yetim bir ‘tespih tanesi’ olarak kaybolmasını engellemiştir.
Diğer yandan, Mıgırdiç Ermenicede ‘mayrig (anne) denen müstahdemlerin, kilisenin mutfağındaki Narin ablasının ve bir ziyaret için Kınalı Ada’ya gittiğinde iyi niyetle de olsa kendisine zorla ıstakoz yedirmek isteyen ev sahibesinin göstermiş oldukları anaç tavırların da farkına varır. Onun zihinsel açlığını Patrikhane doyururken, fiziksel açlığının giderilmesinde, ‘arınması’ndan sorumlu bu ‘ana’ların yanı sıra Anadolu’dan gelen diğer arkadaşlarıyla her öğlen ‘kafile’ halinde gittikleri Vahram’ın lokantasının da azımsanmayacak bir yeri vardır.
Bildungsroman türünün alışılmış bireyci yaklaşımından farklı olarak, romanın kahramanı Mıgırdiç, bir tespih tanesi olmayı öğrenirken, parçası olduğu tespihi yadsıyacağı yerde, onu, inancı ve dili sayesinde algılar ve içselleştirir. İstanbul’da kaldığı iki yıldan sonra evine ilk defa gidişinde, etraf tarafın Mıgırdiç’ e ‘kafle’ de kaybettikleri yakınlarını bulma ümidiyle Ermenice yazdırdıkları ‘aranıyor’ mektuplarını Marmara Gazetesi’ne yollaması, Mıgırdiç’in artık ‘Kafle artığı’ olmaktan çıkıp, tespih tanelerinin birleşmesine yardımcı olan bir ‘evlat’ haline geldiğine işaret eder.
Bütün bunlara rağmen, meslek seçimi söz konusu olduğunda, ailesinin kendisinden seçmesini beklediği baba mesleği dişçilik ile ‘manevi’ ailesine karşı bir vefa borcu olarak gördüğü din adamlığı alternatiflerini sorgulamaktan kendini alamaz. İronik bir şekilde, biri fiziksel diğeri ruhsal anlamda da olsa, tespih tanelerine hekimlik ederek ‘iyileştirme’yi, onları sağaltmayı amaç edinmiş bu iki mesleğe de sırt çevirir.
Ermeni bildungsromanı’ndan söz ederken, unutmama, hatırlama kavramlarını türün merkezine yerleştirmekte fayda vardır. Mıgırdiç, evrensel anlamıyla birey olma yolunda büyük adımlar atıp ‘adam’ olurken, kimliği yüzünden kaçınılmaz olarak geçmişin varlığını fark eder ve dolayısıyla hatırlar. Bir taraftan yaşadığı günün geçmişten kopuk dünyasını, bir taraftan da çok uluslu/dinli geçmişi her daim göz önünde tutar.
Öte yandan, ‘Yazar Mıgırdiç’ de, tıpkı babasının Amerika’ da ‘Kafle artığı’ bir Ermeni’nin unutmamak için bahçesine koyduğu kağnı arabası gibi, ortaya buram buram ‘hatır(lam)a’ kokan edebi eserler dikerek Voltaire’in Candide’i misali kendi ‘bahçesi’ni işler. Çocuk Mıgırdiç’in mucitler hakkındaki merakından yola çıkarak geçmişi hatırlamanın bir Ermeni icadı olduğu söylenebilir mi, bilinmez ama Mıgırdiç’in kelime anlamının ‘vaftizci’ olduğunu düşünürsek, onun kendi yol öyküsünü, arınma ve yeniden doğuş ekseninde ele aldığı ortaya çıkar.
Romanın sonuna kadar genç Mıgırdiç hiçbir şeyi yenisiyle telafi etme yoluna gitmez. Ne kendi lehçesinden vazgeçer ne de adaptasyona karşı gelir ne kopup geldiği Gavur Mahallesi’ni unutur ne de yeni dünya İstanbul’u yadsır. Istanbul’da öğrendiği her şeyi, tanıdığı her yeni insanı, tattığı her yeni duyguyu bilinç akışı yöntemiyle, kopup geldiği dünyayla karşılaştırır, harmanlar. Yalnız, tek bir şeyi, ilk aşk tecrübesini ‘yalavuz’ yaşar, ta ki Türkiye siyasal tarihinin önemli bir başka sahnesi, 6-7 Eylül olayları onların arasına girip ayırana kadar.
Kader bellidir: Yeniden ve yeniden ‘Tespih Taneleri’…