1914 Öncesi Ermeni Köy Hayatı, Anadolu’nun çeşitli yörelerinde doğup büyüdükten sonra yaşamlarını Amerika’da sürdüren kırk sekiz Ermeni ile yapılan görüşmelere dayanan bir anlatı kitabı. Halkbilimci Susie Hoogasian’ın 1960’ların ortaları ile 1970’lerin başında sözü edilen kişilerle yapmış olduğu sözlü tarih çalışmaları sonucunda topladığı malzemeyi, onun erken gelen ölümünden sonra (1978) tarihçi Mary Kilbourne Matossian konuyla ilgili yazılı kaynaklardan da yararlanarak yayıma hazırlamış.
Kitap, on dokuzuncu yüzyıl Anadolusu’nun kırsal toplumuna ve gündelik yaşamına bu toplumun önemli bir parçası olan Ermenilerin penceresinden bakmasına rağmen, dönemin çok dinli, çok etnik karakterli Anadolu dünyasının tümü hakkında ilginç bilgiler içeriyor.
Yazar, farklı din grupları ile etnik grupların yaşamlarındaki paralelliği ortak coğrafya ve doğa koşullarına bağladıktan sonra, bu halklar arasındaki ayrımları yaratan unsurlara ve başta din farklılıklarına ve çatışmalara değiniyor ve Anadolu’da yaşamış (ve yaşamakta olan) halkların tarihinin incelenmesinin, “romantik/gerçek dışı bir geçmiş kurgusuyla değil, nesnel tarihsel veriler ışığında ele alındığı analitik, kapsamlı araştırmalarla mümkün” olacağının altını çiziyor.
Aynı adetler, ritüeller
Bir zamanlar Osmanlı Anadolusu’nda farklı halklar, dini cemaatler halinde tarıma dayalı geleneksel bir dünyada yan yana yaşıyorlardı. Müslüman olmayan, yani zimmi cemaatler -özellikle son dönemlerde- kendi içine kapanık olmakla birlikte Müslümanlarla ve diğer cemaatlerle yüzyıllar boyunca birlikte yaşamayı becerdiler. Bu beraberlik belki Yılmaz’ın da belirttiği gibi her zaman ‘toz pembe’ ya da ‘can ciğer kuzu sarması’ misali değildi, ama kuşaklar boyunca sürmüş bir beraberlikti ve Anadolu halklarının maddi ve manevi ortak özelliklerini, ortak inanışlarını, beslenme alışkanlıklarını, âdetlerini -coğrafi koşulların ötesinde- belirlemiştir. Kitapta bu etkileşimin verilerini ve izlerini özellikle düğünlerin, çocuk eğitiminin, pagan halk inanışlarının ve kehanetlerin ele alındığı bölümlerde bulabilirsiniz.
Örneğin evlendikleri andan itibaren köylü Ermeni gelinlerinin ‘dilsiz’leşmesi ve eşinin ailesine dahil olma sürecinde birtakım küçük düşürücü işlere koşulması âdeti, Hıristiyanlarda olduğu kadar Müslümanlarda da görülen bir uygulamaydı. Ayrıca çocuk ilk dişini çıkardığında diş buğdayı pişirip komşulara dağıtma âdetini okul çağına gelen çocukları ‘eti senin kemiği benim’ diyerek öğretmenlere teslim etme âdetini kutsal sayılan ağaçların dallarına kumaş parçaları bağlayarak dualarının kabul olacağı ya da elbiselerden bir parça yırtıp asarak ateşli hastalıklardan kurtulacağı inancını Harput’ta Akhor köyündeki Akhor Bab kilisesinin “Hıristiyanlar kadar Türklere ve Kürtlere” mucizevi şifalar verdiği inancını nazarın kişiye zarar verdiğini özel günlerde harisa pişirme âdetini Anadolu’da hâlâ varlığını sürdüren loğusalara musallat olan ‘al karısı’ efsanesini ve saymakla bitiremeyeceğim kadar çok ortak inancı ve kültürel öğeyi bulabilirsiniz.
Fakat bence etkileşimin en çarpıcı verilerinden biri Harputlu Hıripsime Hanım’ın anlattığı, evlat edinme ile ilgili ritüeldir. “Bir bebeği evlat edinen kadın onu boynunun hemen altından, elbisesinin içine koyar, aşağı doğru kaydırır ve elbisenin altından dışarı çıkarırdı. Doğumu temsil eden bu ‘gömlekten geçirme’ işlemiyle evlat edinme işi bir tür resmiyet kazanırdı. “Pertev Naili Boratav” evlat edinme törenini işaret eden bu deyimin Dede Korkut kitabında da yer aldığını yazıyor.
Toplumsal hafızanın yok edilmesi için yoğun uğraşların verildiği bu dönemde, on dokuzuncu yüzyıl ortalarında Anadolu’nun gündelik kültürünü Ermeni köyü düzeyinde ele alan bu kitabı okuyanlar, eminim Anadolu’nun çokkültürlülüğü hakkında pek çok yeni bilgiler edinecekler ve ‘Ermeni kimdi, diğer Hıristiyanlarla, Müslümanlarla benzerlikleri, farklılıkları neydi’ sorusuna daha kolay yanıt bulabilecekler.