Türkiyeli Ermenilerin Yeniden Keşfi

Türkiyeli Ermenilerin Yeniden Keşfi
BİA Haber Merkezi
Ayşe Gül Altınay
01.10.2005

Çetin’in Anneannem’i, Tovmasyan’ın Sofranız Şen Olsun’u ve Köker’in hazırladığı Sireli Yeğpayrıs sergisi Türkiyeli Ermenilerin yaşadıklarının, azalmalarının ve görünmez kılınmalarının hikâyelerini yansıtıyor ve hâkim anlatıları temelden sarsıyor.
-Anneannem kitabının yazarı Fethiye Çetin şu anda karşınızda olsa ona ne söylemek istersiniz?
– Anneannen için özür dilerim.
– Peki anneanne karşınızda olsa?
– (Bir süre sustuktan sonra gözleri yaşararak) Konuşamam.

 

Fethiye Çetin’in anneannesi Heranuş’un (diğer adıyla Seher’in) doğumunun yüzüncü, ailesini kaybedişinin doksanıncı yıldönümü olan 2005 yılında İzmirli, orta yaşlı, kendisini Kemalist olarak tanımlayan bir kadın okuyucunun yazar Fethiye Çetin’le yaşadığı bu hayali karşılaşmadaki gözü yaşlı suskunluk bize ne söylüyor? Bu sunumda, esas olarak bu sorunun peşinden gitmek istiyorum.

 

2004’ü 2005’e bağlayan günlerde iki kitap ve bir sergi Türkiyeli Ermenilerin hayatları ve tarihlerine dair yeni bir tartışma, paylaşma ve keşif zemini açmaya başladı. Bir baktık ki Anneannem kitabı dört ay geçmeden 9 bin satmış; Yugoslav göçmeni annem tanıdığı herkese Takuhi Tovmasyan’ın Sofranız Şen Olsun kitabını hediye etmeye, yeni tariflerle Ermeni yemekleri yapmaya başlamış; ve kimi görsem gördükleri şaşırtıcı kartpostal sergisini anlatır hale gelmiş. ‘Gördün mü?’ ‘Okudun mu?’ Sanki eş zamanlı olarak ‘1915 soykırım mıydı, değil miydi?’ tartışmaları siyasi gündemi ortadan bölmemiş, Orhan Pamuk’un verdiği bir mülakatta söylediklerine aldığı tepkiler bu alandaki kamplaşmanın boyutlarını gözler önüne sermemiş gibi veya belki tam da bu yüzden, iki kitabın baskı üzerine baskı yapması, Osman Köker tarafından hazırlanan Sireli Yeğpayrıs (Sevgili Kardeşim) sergisinin ise önce boşalmayan bir salonda kısa ömrüne on bine yakın izleyiciyi sığdırması daha sonra da serginin genişletilmiş hali olan Yüz Yıl Önce Türkiye’de Ermeniler kitabıyla çok sayıda okuyucuya ulaşması geçtiğimiz yılın kayda değer gelişmeleri arasındaydı.

 

Türkiyeli Ermenilerin yaşadıklarının, azalmalarının ve görünmez kılınmalarının hikayelerini yansıtan ve son derece mütevazı ama kararlı bir duruşla hâkim anlatıları temelden sarsan bu üç kültürel ürün ve her birinin şaşırtıcı başarı hikayesi bize ne anlatıyor?

 

Başka bir ifadeyle, ‘Ermeni sorunu’nun çözümünde hikâyelerin veya Hannah Arendt’in deyimiyle ‘hikâye anlatma’nın yeri ne?

 

Bu üç üründen kısaca bahsettikten sonra nasıl bir alan açtıkları ve bu alanın 1915 ile ilgili sürmekte olan tartışmalara katkılarını ele almak istiyorum.

 

Kasım 2004’te yayınlanan ve şu ana kadar 10 bin kopyası satılmış olan Anneannem kitabı, yazar Fethiye Çetin’in anneannesi Heranuş/Seher’in hikâyesini anlatıyor.

 

Palu’nun Habab köyünü 1915’te ailesi ile birlikte terk etmek zorunda bırakılan Heranuş’un önce (Diyarbakır) Çermik sonra (Elazığ) Maden’de Seher adıyla bir Müslüman olarak devam ettirdiği hayatını torununun kaleminden okuyoruz.

 

Anneannem kitabı, yazarının deyimiyle Heranuş’un yıllar boyunca gizli tuttuğu ‘iç sesini’ yazıya döküyor. Pandora’nın kutusunu açan bu dile döküş ne anneanne Heranuş/Seher ne de yazar Fethiye Çetin için kolay oluyor.

 

Anneanne hikâyesini ancak 70 yaşına geldikten, yani Seher’e dönüşmesinin üzerinden 60 yıl geçtikten sonra ve zamana yayarak, yavaş yavaş anlatırken, Fethiye Çetin’in bu hikâyeyi yazıya aktarması neredeyse 30 yıl alıyor.

 

Kitap, bir yandan Heranuş’un sarsıcı hikâyesini, bir yandan da torunu Fethiye’nin anneannesinin gizli kalmış hayatını keşfederken yaşadığı sancıları anlatıyor.
Anneannenin ölümünden sonra AGOS’a verilmiş ilanın Amerika’daki akrabalara ulaşmasıyla Fethiye Çetin Ermeni akrabalarını, Gadaryan ailesinin Amerika’da hayatını sürdüren mensupları da Türk akrabalarını keşfediyorlar.

 

Fethiye Çetin’in anneannesi ile ilgili yaşadığı en can alıcı keşiflerden biri Heranuş’un ölümünden sonra geliyor. Başka bir Maden’li torunla birlikte keşfediyorlar ki Ermeni büyükanneler kimseyle paylaşmadıkları hikâyelerini Paskalya çöreklerine yazmışlar.

 

Yılın aynı günü farklı ocaklarda pişen ve aile bireyleri tarafında isimsiz çörekler olarak tüketilen Paskalya çöreklerinin hikâyesini aktaran Fethiye Çetin, bizi bu çöreklerin piştiği evlere, ailelere daha yakından bakmaya davet ediyor.

 

Anneannem kitabı 90 yıl boyunca gizli kalmış bir hikâyeyi anlatırken okuyucuyu bir yandan da Paskalya çörekleri ve diğer isimsiz kalmış Ermeni yemekleriyle tanıştırıyorken, Takuhi Tovmasyan’ın Ekim 2004’te çıkan ve şimdiden 4 baskı yapmış olan kitabı Sofranız Şen Olsun, aile yemeklerini merkezine alarak okuyucuyu, Türkiye’nin sancılı tarihiyle yüzleşmeye zorluyor.

 

Tovmasyan ailesinin fotoğraflarla bezeli hikâyelerini 26 yemek tarifi eşliğinde aktaran yazar, kendi deyimiyle “acılarını, tatlılarını, tuzlularını, ekşilerini, biberlilerini” sade ve akıcı bir dille okuyucuyla paylaşıyor.

 

Kitabın alt başlığı (ninelerimin mutfağından damağımda, aklımda kalanlar), önsözde yazılanlarla birlikte ele alındığında kitabın sıkça yapıldığı (benim de girişte yaptığım) gibi ‘Ermeni yemekleri kitabı’ olarak sınıflandırılmasına izin vermiyor.

 

Kendisiyle yapılan görüşmelerde “yemeklerin milliyeti yoktur” görüşünü ifade eden Takuhi Tovmasyan kitabı önsözde (s.13) şöyle sunuyor: “Ne kadar Ermeni, ne kadar Rum, ne kadar Türk, ne kadar Arnavut, ne kadar Çerkes, ne kadar Patriyot, ne kadar Çingene yemekleri bunlar, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, o da, bunları Çorlulu Akabi ve Takuhi yayalarımdan, yani ninelerimden öğrendiğimdir.”

 

Çorlulu iki ninenin Çorlu’yu “doya doya yaşayamadıklarını” (s.15) daha ilk sayfalardan öğrenen okuyucu, ilerleyen sayfalarda 1915’te Der Zor yollarında genç yaşta kaybolan Mardik amcanın ve şair Rupen Sevag’ın hikâyeleri; ömrü boyunca üvey oğlu Mardik’in yolunu gözleyen Takuhi ninenin hikâyesi; sürgün yollarında yaşananları “hiç unutma[yan] ve hiç hazmetme[yen]” (s.87) Yeğya dayının hikâyesi ve 1942’deki Varlık Vergisi nedeniyle varını yoğunu kaybedince felç geçiren ve bir daha yataktan kalkamayan Ğazaros Efendi’nin hikâyesi ile karşılaşıyor.

 

Aynı zamanda mizah dolu olan bu hikâyeler, okuyucuyu hem güldürür hem ağlatırken Türkiye’de hala zor tartışılan dönemleri ve olayları, genellemeden uzak duran bir anlatımla Tovmasyan ailesinin bireyleri üzerinden aktarıyorlar.

 

Bunları yazarken tepki görmekten çekinip çekinmediği sorulduğunda Takuhi Tovmasyan şöyle yanıt veriyor: “Ben kavanozda kuru fasulyeyi gördüğümde dedemi hatırlıyorum. Bizim evde fasulye pilakisi böyle anlatılır. Eğer ben dedemden bahsedeceksem, Varlık Vergisi’ni anmadan geçemem. Kolay değil o yılları yaşamak. Onun için endişelenmedim. Alacağım tepki dedemin inmeli olmasından daha kötü değildi. Ben bunu yaşamışsam, benim dedem bunu yaşamışsa, benim babaannem bunu yaşamışsa, ben bunu anlatmak durumundayım. Ben birilerini rahatsız etmek için yazmadım. Bunlar benim anılarımdı, yazdım.”

 

Bu araştırma çerçevesinde görüştüğümüz okurlar, Anneannem ve Sofranız Şen Olsun’u değerlendirirken bir noktada birleşiyorlar: Bu iki kitabın gücü “samimi” olmalarında, “sade dillerinde,” “yorum, yargı ve eleştiri” içermeyen anlatımlarında yatıyor.

 

Anneannem’in yayıncısı Müge Sökmen’in ifadesiyle, “Anneannem’in politik bir kitap, bir dava kitabı, marjinal bir kitap, bir ‘kamp kitabı’ olarak algılanmaması çok önemliydi. Fethiye Çetin’in o sapsade dili imkansızı başardı. Çok zor yakalanan bir sadelikle başardı.” (1)

 

Osman Köker’in hazırlayıp sunduğu Sireli Yeğpayrıs sergisi ve Yüzyıl Önce Türkiye’de Ermeniler kitabı için yapılan yorumlar da benzer bir çizgide, ‘basit hikâye anlatımının’ gücüne işaret ediyorlar.

 

Orlando Carlo Calumeno’nun koleksiyonundan seçilmiş 800’e yakın kartpostalla 1900–1914 arasında bugünkü Türkiye sınırları içerisinde yaşayan Ermenilerin yaşantılarını ve yaşadıkları yerleri anlatan Sireli Yeğpayrıs sergisinin amacını Osman Köker “merak uyandırmak” olarak tanımlıyor: “Bu çalışmada yerel tarihi Ermeniler açısından da işlemek istedim. Bizim şehrimizde Ermeniler var mıydı, nasıl yaşıyorlardı? Bu soruları sormak düşmanlığı da kıracaktır. İnsanlar hemşerisi olduğunu hissettiğinde başka bir duyguyla bakıyor. Yani ‘hemşerilerime ne oldu?’ diye bakıyor bu sefer.” (2)

 

1915’e dair herhangi bir yoruma yer verilmeyen sergide, Tekirdağ’dan Amasya’ya, İzmit’ten Çankırı’ya, Ankara’dan Hakkari’ye kadar, Akdeniz ve Güney Ege dışında bugünkü Türkiye topraklarının hemen hemen her köşesini yansıtan kartpostallar, Ermeni varlığının resmi tezlerde savunulduğu gibi Doğu bölgeleriyle sınırlı olmadığını belgelemiş oluyor.

 

Köker’e göre kartpostalların inkar edilemez bir görsel gücü var: “Bafra’da Ermeni okulu diyor, okul orada duruyor, çocuklar da pencereden bakıyor. Tartışılacak bir yanı yok. Ya da Samsun’da Katolik Ermenilerin Meryem Ana günü törenlerini cadde ortasında kutlanmalarını arka arkaya 3-4 yıl boyunca resmeden kartpostallar var… çok açık kanıtlar bunlar. Fotoğraftan farklı olarak kartpostalın üzerinde damga var; onaylanmış, tarih düşülmüş. Bir de insan unsuru daha çok çıkıyor kartpostalda. Bir yandan insani

duygularla yazılmış metinler, bir yandan da görsel olarak insan var.” (3)

 

“İnsan unsurunun ön plana çıkması” Anneannem, Sofranız Şen Olsun ve Sireli Yeğpayrıs için başka yorumcuların da yaptığı ortak bir vurgu. Her üç çalışma da insanların sayılara indirgendiği ‘soykırım mıydı, değil miydi?’ tartışmalarının karşısına isimleri, fotoğrafları, yaşadıkları yerler ve acılarıyla birlikte aktarılan insan hikâyeleriyle çıkıyorlar.

 

Kişisel anlatılar, aile hikâyeleri, fotoğraflar ve kartpostallar ciddiye almamız gereken yeni belge türleri olarak sunulmuş oluyor. Bir başka deyişle ‘belge’ bulmanın tek yolunun arşive gitmek olmadığını bize hatırlatıyorlar.

 

Bu hikâyeler aynı zamanda tarihi 1915’e kıstıran anlayışlara da meydan okuyorlar. Bir yandan 1915 öncesi ve sonrasını ön plana çıkarıyor, 1915’in, Halil Berktay’ın deyimiyle ‘bağlamı’ ve devamında neler olduğuna dair bir ‘merak’ uyandırıyor, bir yandan da farklı bir tarih tanımı yapmış oluyorlar.

 

Tarih, her üç çalışmada da karşımıza geçmişte olmuş bitmiş bir gerçeklik olarak değil, birbirimizle ve yaşadığımız yerlerle kurduğumuz ilişkilerin ta kendisi olarak; bugünü şekillendiren ve bugün tarafından şekillenen bir referans olarak çıkıyor. Michel-Rolph Trouillot’nun tarihi bir ‘konum’ (position) olarak ele alan yaklaşımı bu üç çalışmada dolaylı olarak ifade bulmuş oluyor.

 

Bu üç çalışmada gördüğümüz tür bir hikâye anlatımının 1915 tartışmaları bağlamında nasıl bir alan açtığına ve ne tür paylaşımları mümkün kıldığına geçmeden önce Hannah Arendt’in ‘hikâye anlatımının’ siyasi açılımları üzerine görüşlerini tartışmaya katmak istiyorum.

 

Siyaset kuramcısı Lisa Disch’e göre ‘hikâye anlatımı’ (story telling’) Arendt tarafından belirli durumlarda kuramsal analizden daha güçlü bir araç olarak algılanır.
‘Hiçbir yerden’ gelen, kişisellikten uzak, otoriter sosyal bilim sesinin karşısında hikâye anlatımı, bazen metinle okuyucu veya farklı okuyucuların birbirleriyle son derece verimli bir ilişki kurulmasına yardımcı olur ve eleştirel analizi mümkün kılar (Disch 1993, 665). Disch’e göre Arendt’in bu argümanının arkasında hikâye anlatımına atfedilen iki önemli özellik vardır. Birincisi, Arendt’in bahsettiği tarz hikâye anlatımı ele alınan konuyu çözmek yerine yeni sorular yaratarak eleştirel düşünme ve tartışmaya yol açar, okuyucuda ‘merak’ uyandırır (s.670).

 

Dolayısıyla, Arendt hikâye anlatımını eleştirel düşünmeyi teşvik eden bir yöntem olarak görür. İkinci olarak Arendt, hikâye anlatımı üzerinden yeni bir nesnellik tanımı yapar. Lisa Disch’in de vurguladığı gibi bu nesnellik anlayışı yakın dönemde Donna Haraway tarafından öne sürülen ve yaygınlaştırılan ‘konumlanmış bilgiler’ (situated knowledges) kavramına paralel bir nesnellik anlayışıdır (s.666–667).

 

Bu anlayışa göre tarafsızlık, kuramcının kendisini siyasetten uzaklaştırmasını gerektirmez. Bilakis, Arendt’e göre nesnellik, aynı olaya farklı perspektiflerden bakılmasını mümkün kılan, kuramcının kendi deneyimlerini de içine kattığı bir hikâye anlatımından geçer.

 

O halde tam da Arendt’in önemsediği tarz bir hikâye anlatımına dayanan bu üç kültürel ürün 1915’in 90. yıldönümünde yoğunlaşan tartışmalar çerçevesinde nasıl bir alan açmışlar, ne tür eleştirel düşünme süreçlerini mümkün kılmışlardır?

1) Merak. Her üç ürün de okuyucuya/izleyiciye kendisiyle ilgili sorular sormakta, sordurmakta, yeni merak ve keşif alanları açmaktadır: nasıl bir şehirde yaşıyorum? 100 yıl önce şimdiki Türkiye topraklarının büyük bölümünde Ermeniler varken, onlara ne olmuş? Hemşehrilerim kimlermiş, onlara ne olmuş? 1915 kırımının ‘dışında’ kaldığını düşündüğümüz İstanbul Ermenileri aslında neler yaşamışlar? Sonrasında neler yaşamışlar– ve yaşıyorlar? Mutfaklarında neler konuşuyor, nelere ağlıyor, nelere gülüyorlar? Büyükannem, büyükbabam kimlermiş, neler yaşamışlar? Hâkim tartışma, arşiv belgeleri, milli çıkarlar, milli onur ve milli tarih üzerinden sürerken bu üç çalışma bizi kişisel hikâyelerimizi, mutfaklarımızı ve yaşadığımız yerleri keşfe davet etmektedir.
2) Bu hikâyelerin sağladığı ikinci önemli katkı net iki taraf (Ermeniler ve Türkler), birbirine zıt tezler, ‘zafer’ ve yenilgi üzerine kurulu savaş söylemini yapı sökümüne uğratmalarıdır…
* ‘taraflar’ ortadan kalkmakta, dost-düşman ikilemi bulanıklaşmaktadır (‘çeteci Ermeni’ belki de benim anneannem veya dedem; ‘barbar Türk/Kürt’ benim teyzemin çocuğu, torunu)
* hâkim tezin tarih anlatısı yıkılmaktadır (Sergi: Ermeniler yalnızca Doğu’da değil, her yerdeydiler; Anneannenin ve Takuhi Tovmasyan’ın hikâyelerinde anlatıldığı gibi öldürülenler arasında kadınlar ve çocuklar da vardı. İstanbullu bir okuyucunun Fethiye Çetin’i arayarak: “Onlar da çete kurmuş, isyan etmiş, ama kadınlarla çocukların da ne suçu vardı, değil mi?” demesi)
* mutlak iyilerin ve mutlak kötülerden oluşan anlatıları bulanıklaştırmaktadırlar: ‘biz’ diye düşündüğümüz kişilerin homojen, saf bir grubu anlatmaması (Taner Akçam’ın İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu kitabında aktardığı Urfalı Hacı Halil hikâyesine yeni hikâyeler ekleniyor)
3) Üçüncü önemli bir açılım, özcü milliyetçi anlatılara karşı tarihsel etkileşimin ve dönüşümün, saf millet anlayışına karşı melezliğin vurgulanmasıdır: karşımızda melez yemekler, melez şehirler ve melez kimlikler vardır.
* Fethiye Çetin kendisini nasıl tanımladığına dair bir soruya doğrudan ‘melez’ olarak yanıt veriyor: “Zaman zaman Ermeni gibi, zaman zaman Kürt gibi, Almanya’da Türk gibi, ABD’ye gidip bayrakları gördüğümde ise kendimi Kızılderili gibi hissediyorum.” (4)
Anneannem’in bir okuyucusu da bu görüşü paylaşıyor: “Kitapta aktarılan melezlik çok umut vaad ediyor. Ne kadar karışırsak düşman olmamız o kadar zor.”
* Takuhi Tovmasyan mutfak üzerinden sınırsız bir dünya özlemini şöyle aktarıyor:
“Mutfak etrafı çizilecek, sınırları belirlenecek bir şey değil. Uçsuz bucaksız, sınırsız… Belki çok hayali bir cümle ama keşke her şey öyle uçsuz bucaksız ve sınırsız olsa. Mutfaktan alınacak çok şey var.” (5)
* Osman Köker’in sergisi ve kitabı ise şehirlerin melezliğini fark ettirmeyi ve hemşerilik üzerinden yeni bir ‘kardeşlik’ kurgulamayı hedefliyor. (Sevgili Kardeşim)
4) Dördüncü olarak, Elif Şafak, Fethiye Çetin ve diğer konuşmacıların da vurguladıkları gibi, bu tür hikaye anlatımları empati ve ‘barışma’ yollarının açılmasında çok önemli bir rol oynamaktadır. (girişteki alıntıyı hatırlayalım)
Fethiye Çetin: “Arkadaşım Büşra Ersanlı’nın ifadesiyle biz birlikte ağlamadan birlikte gülemeyeceğiz. Empati. Gerçekten birlikte ağlayabilmeliyiz birbirimizin acılarına. Birlikte ağladıktan sonra birlikte güleceğiz buna inanıyorum. Böyle bir iyimserlik içindeyim.”
‘Birlikte ağlama’, ‘birlikte hissetme’ ve ‘barışma’ her üç çalışmada ve onlara gelen tepkilerde öne çıkan pratikler. Neyle, kiminle bir ‘barışma’dan söz ediliyor?
* Tarihle. Bu üç çalışma, doğrudan veya dolaylı olarak, Hans Lucas Kieser’in “Birinci Dünya Savaşı’nın ölülerini gömme zamanı” ifadesinde özetlenen bir hesaplaşma ve barışma ihtiyacına parmak basıyor. Anneannem’in ilk okuyucularından biri olan Ayşe Agiş şöyle diyor: ‘Türkiye geçmişini yaşayamadığı için şu anını ve geleceğini de yaşamakta zorlanıyor. O yüzden çok önemli bu gözyaşları. O gözyaşları dinince düşünmeye ve konuşmaya başlayacağız. Başka bir okuyucunun deyişiyle, “Geleceğe bakabilmek için geçmişi kabul etmek gerektiğini atlamışız.”
Bu çalışmalar aynı zamanda tekil bir ‘tarih’ anlayışını sorgulayarak, şehirlerimizin, hemşerilerimizin, komşularımızın, mutfağımızın, anneannelerimizin tarihlerine dikkat çekiyorlar. Üstelik söz konusu olan yalnızca ‘Ermeni tarihi’ de değil. Örneğin sergiyi görenlerin ve Anneannem kitabını okuyanların en sık yaptıkları yorumlardan biri şu oluyor: “‘Doğunun azgelişmişliği’ dediğimiz şeyin ne olduğu, neden olduğu konusunda yeni bir bakış açısı edindik.”
* Kendimizle. Fethiye Çetin bir gece uzun uzun annesi Ermeni olan Madenli bir tanıdığı ile sohbet ediyor. Yaşlı adam onları kapıdan geçirirken şöyle diyor: “Bu gece rahat uyuyacağım.”
Bu ifade, rahat uyunamadan geçmiş bir hayata işaret ediyor. Sosyolog Ferhat Kentel, Sireli Yeğpayrıs sergisini ziyaretinin ardından kayıp “kardeşlerin” bulunmasının ruhları “biraz olsun” tedavi edebileceğini yazıyor.
*Birbirimizle. Fethiye Çetin: “Birlikte ağladıktan sonra birlikte güleceğiz, buna inanıyorum” demişti. Peki, kendisi kimlerle birlikte ağladı?
– Türkiye’deki Ermeni cemaatiyle: 8 Mart dolayısıyla Hay Gin kadın grubunun düzenlediği bir toplantıda Fethiye Çetin konuşurken tüm bir salonun anneannenin en sevdiği Ermenice şarkıyı söyleyip ağlaması; telefon açıp telefonda ağlayarak konuşanlar.
– Diğer çocuklar ve torunlarla: Kitap çıktıktan sonra onlarca ‘çocuk’ ve ‘torun’ Fethiye Çetin’e ulaşıyor ve çoğu zaman ağlayarak kendi hikâyelerini paylaşıyorlar.
Bu paylaşımlarda çok kişi aynı zamanda kitabın kendilerine ‘güç’ verdiğini de söylüyorlar. En ilginç buluşmalardan birkaçı, Heranuş’un teyzesi Siranuş’un torunlarının, kitabı okuduktan sonra Fethiye Çetin’e ulaşmalarıyla gerçekleşiyor.
– Ermeni olmayan Türkiyelilerle: Hemen hemen tüm okuyucular kitabı ‘ağlayarak’ okuduklarını belirtiyorlar. Bir kısmı duygularını telefonla veya yüz yüze görüşerek Fethiye Çetin’e de aktarıyorlar.
– Ermenistan ve diasporadaki Ermenilerle: Ermenistan’dan gelen duygulu mesajlar; Amerika’daki akrabalarıyla birlikte ağlamaları -ki bu kitapta da anlatılıyor; Avrupalı Ermeni bir entelektüelin kitabı okuduktan sonra “Barışmanın ne demek olduğunu şimdi anladım” demesi… Elif Şafak’ın bir röportajında dediği gibi, “Hatırlamak sorumluluğu evvela bize düşüyor. Biz Ermenilerden unutmalarını bekliyoruz; ama öncelikle bizim hatırlamamız gerekiyor ki, onlar unutabilsin. Sadece Ermenilere değil, tarihe karşı…” (Tayman 2005, 28)
* Yaşadığımız mekanlarla: Sireli Yeğpayrıs sergisinin ve Takuhi Tovmasyan’ın Çorlu-Çatalca-İstanbul anlatılarının ana teması yaşadığımız mekanlardaki çok kültürlülüğü fark etmek ve bu yolla yaşadığımız mekanlara ‘barışmak’.
Bu üç çalışmanın ve Hannah Arendt’in “kendi üzerimizden düşünelim” davetine uyarak bitirmek istiyorum.
Suriye-Lübnan hattında gazetecilik yapan Salpi Kasparyan Sireli Yeğpayrıs sergisinin defterine şu notu düşmüş:
“After 90 years of hanging over, for the first time I have the feeling of being at home, in the fantastic photos. Today I have a house, but I don’t have home. My home would have been in Urfa, where my parents and grandparents were born” Salpi Kasparyan, Aleppo-Beirut
“90 yıl havada asılı kaldıktan sonra, ilk defa bu müthiş fotoğraflarda kendimi evimde hissediyorum. Bugün içinde yaşadığım bir bina var ama ‘evim’ diyebileceğim bir yer yok. Evim, anne babamın, büyükanne ve büyükbabalarımın doğduğu yer olan Urfa’da olacaktı.” Salpi Kasparyan, Halep-Beyrut
Babamın babasının memleketi olan Urfa ile babaannemin ailesinin yaşamaya devam ettiği Halep’le benim kurduğum ilişki Salpi’ninkinden oldukça farklı. Bu farklılığın sebepleri üzerine kafa yormam önemli. Bir yandan da kafamı kurcalayan başka sorular var:
Babamın Ermeni büyük yengesi acaba Kasparyan ailesinin geride kalmış veya bıraktırılmış bir üyesi olabilir mi? Belki…
Halep’teki büyük dayılarım ve teyzelerim Kasparyan ailesiyle komşu olabilirler mi? Neden olmasın?
Bu soruları birlikte, hep birlikte araştırabileceğimiz günlerin sonunda geldiği ümidiyle Salpi’ye seslenmek istiyorum: “Evine, evimize hoş geldin sireli kuyrıs (sevgili kızkardeşim) Salpi.”
*Bu yazı Ayşe Gül Altınay’ ın 24 – 25 Eylül 2005 günlerinde İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yapılan “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” konferansındaki sunuş metnidir.
1) Özel röportaj, 13 Mayıs 2005
2) Özel röportaj, 13 Mayıs 2005
3) Özel röportaj, 13 Mayıs 2005
4) Konuşma, Sabancı Üniversitesi, 13 Nisan 2005
5) Özel röportaj, 19 Mayıs, 2005
Kaynakça
Akçam, Taner. 1999. Insan Hakları ve Ermeni Sorunu: Ittihat ve Terakki’den Kurtuluş Savaşına. Ankara: İmge Kitabevi.
Çetin, Fethiye. 2004. Anneannem. Istanbul: Metis Yayınları.
Disch, Lisa J. 1993. “More Truth Than Fact: Storytelling as Critical Understanding in the Writings of Hannah Arendt” Political Theory, 21(4): 665–694.
Haraway, Donna. 1991. “Situated Knowledges: The Science Question in Feminism and the Privile of Partial Perspective” Simians, Cyborgs, and Women: The Reinvention of Nature içinde, s.183–201, New York: Routledge.
Kentel, Ferhat. 2005. “‘Sireli Yeğpayrıs!’ (Sevgili kardeşim)” www.gazetem.net
Kieser, Hans-Lukas. 2005. “Dünya Savaşı’nın Ölülerini Gömme Zamanı: Geç Osmanlı’nın Kardeş Katli” Birikim, Mayıs-Haziran (193–194): 117–121.
Köker, Osman. Der. 2005. 100 Yıl Önce Türkiye’de Ermeniler. Istanbul: Birzamanlar Yayıncılık.
Tayman, Enis. 2005. “Ermenilerin Acısını Paylaşıyorum,” Elif Şafak ile Röportaj, Tempo, 26 Haziran–5 Temmuz (916): 26–28.
Tovmasyan, Takuhi. 2004. Sofranız Şen Olsun: ninelerimin mutfağından damağımda, aklımda kalanlar. Istanbul: Aras Yayıncılık.
Trouillot, Michel-Rolph. 1995. Silencing the Past: Power and the Production of History. Boston: Beacon Press.

Sitemize giriş yaparak kişisel verileriniz, site kullanımınızı analiz etmek, sosyal medya özellikleri ve reklamları kişiselleştirmek amacıyla çerezler aracılığıyla işlenmektedir. Detaylı bilgi için Çerez Politikası Metni’ni okuyabilirsiniz. Anladım butonuna tıklayarak açık rıza beyanında bulunmuş olursunuz.